28 Aralık 2008 Pazar

Filistin İçin DUA










22 Aralık 2008 Pazartesi

Yılbaşı, toplumsal bir isyandır

Soru: Yılbaşı ve yılbaşı kutlamaları hakkında bilgi verir misiniz?

Cevab: Bismillahirrahmanirrahim.

31 Aralık Pazartesi gününü, 1 Ocak Salı gününe bağlayan gece yılbaşı gecesidir. Yılbaşı kutlamaları denilince de eski yılın sona erip yeni yıla geçildiği 31 Aralık/1 Ocak gecesi yapılan eğlence ve faaliyetler anlaşılır. Ancak yılbaşı eğlenceleri, ilk bakışta yeni yıla girişin kutlamaları gibi gözükmekle birlikte bunun hıristiyan batının noel bayramıyla da yakın ilgisi bulunmaktadır.

Hıristiyan ülkelerdeki dinden kaynaklanan bu eğlenceler, 31 Aralık günü en yüksek seviyeye ulaşır. İnsanlar adeta çılgınlaşarak kendilerinden geçerler. Kumar, içki, dans partileri düzenlerler. Kökeni itibarı ile dinsel bir tören olan noel, Yunanistan ve özellikle Hıristiyan ülkelerinde şenlikler ile kutlanırken maalesef yurdumuzda da büyük meydanlarda şenliklere dönüştürülüyor.

Halbuki, bu günde yapılan içkili, kumarlı eğlencelerin gerçek hıristiyanlıkla hiçbir alakası yoktur. Beşeriyetin ıslahı için ALLAH Teâlâ tarafından gönderilmiş ilahi bir din, tebliğcisi olan Peygamberin doğum yıldönümünün bu şekilde kutlanmasına müsaade eder mi? İçkili, kumarlı ve insanı küçük düşüren zevklerin terennüm edildiği kutlama törenleri, İlahi bir dinin esaslarıyla bağdaşabilir mi?

Biz Müslümanlar da Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin doğum yıldönümünü kutluyoruz. Amma mübarek bir gece olarak, Mevlid Kandili olarak...

Bu yüzden aslında yılbaşı ve noel’in hıristiyanlıkla da Hz. İsa (A.S.) ile de hiçbir alakası yoktur. Eğer olsa idi; yılbaşı gecelerinde kiliselerde ayinler yapılır, bu gece bir çılgınlık havası içinde değil, bir takdis havası içinde kutlanırdı. Ama gerek yurtiçinde, gerekse yurt dışında bulunan kiliselere bakıldığında bu gecenin zulmete bürünmüş ve içlerinden en küçük bir hareketin olmadığı görülecektir. Hz. İsa (A.S.) ile bu gecenin sefahatının, israfının ve çılgınlığının ne alakası olabilir ?

Hz. İsa (A.S.)ı biz de severiz. O’nun ve diğer bütün Peygamberlerin peygamberliğine inanmak İslâmiyetin iman esaslarından birisidir. Çünkü, İslâm akidesine göre:

“...ALLAH Teâlâ’nın Peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız...”
(Bak. Bakara Sûresi: 285, 136)


Ancak, bir Peygambere saygı, O’nun doğum yıl dönümüne hürmet de ALLAH Teâlâ’nın emirleri ve dinî ölçüler içinde olmalıdır.

Dinimizde ise; noel ve yılbaşı kutlamalarının yeri yoktur. Bu yılbaşının biz Müslümanlar için, resmî ve milletlerarası bir takvim başlangıcı olmak ilgi ve alâkasından başka hiçbir kıymet ve değeri asla yoktur. Biz Müslümanlar için Muharrem ayının birinci gecesi: Yılbaşı gecesidir. İslâm’da yeni yıl, Muharrem ayının birinci günü ile başlar. Fakat, maalesef Müslümanların büyük bir kısmının haberi bile olmaz.

Bu bakımdan toplumumuzda ve diğer Müslüman toplumlarda “yılbaşı kutlaması” adı altında düzenlenen eğlence toplantıları ise, hiçbir kültürel ve geleneksel temele sahip değildir. Bu bakımdan hırıstıyan olmayan ülkelerde yılbaşı kutlamaları, Batı’nın körü körüne taklit edilmesinin veya hıristiyan Batı’nın kültür ihracının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Ülkemizde öteden beri yılbaşı kutlamalarıyla ilgili olarak yapılan tenkitler ve gösterilen hassasiyet de buradan kaynaklanır.

Açıklık-saçıklık ve fuhuş: Noel ve yılbaşı gecesinde kadın-erkek açık kıyafetleriyle dans etmek, dinimizin ahlâk ve hayâ esaslarına aykırı olup haramdır. Ayrıca bu gecede eğlenmek adına yüzlerce genç kız bekâretini; hanımlar namus ve iffetini kaybediyor ve bunun dayanılmaz sonucu olarak fuhşun çirkef kollarına düşüyor. Bu tür manzaraları her yılın ilk haftasında gazete ve haber programlarından içimiz sızlayarak izliyoruz. Bu gecede; özellikle fuhuş ticareti yapanlar işbaşında oluyorlar. Kendilerine sermaye kazandırmak için kollarını sıvamış, adeta avının üzerine atlamaya hazır bir aç kurt gibi masum ve cehaletinin kurbanı hanım yavrularımızı bekliyorlar. İçki ve kumar: Bunlar, haddizatında hem dinî ve hem de millî hasletlerimizi kökten mahveden birer baş düşmanlardır. Zira içki ve kumar bütün kötülüklerin anasıdır. Yılbaşı gecesinde içki içmek ve kumar oynamak sanki bir matahmış gibi hareket etmek, o gün toplanarak içki ve sefahat âlemlerine dalmak, kumarın her çeşidiyle tam bir iflâs ve isyan bayrağı çekmek, kadınlı-erkekli, danslı-sazlı ve cazlı gayrı meşru ve gayrı-ahlâkî hareketlerle haram ve helâl demeden sermest olmak, insanlık ve Müslümanlık kurallarına sırt çevirerek bayağılaşmak ve adileşmek necib bir millete ve onun tarihine, bu vatan için canlarını feda eden atalarının ideallerine asla uygun düşmez. Müslümanların bu günkü halini şair ne güzel dile getirmiş:

Bir elde kadeh! Bir elde Kur’an!

Ne helâldır işimiz, ne de haram!

Şu yarım yamalak dünyada,

Ne tam kâfiriz, ne de tam bir Müslüman!

Müslümana:

“Sen Hıristiyan mısın?” diye sorsan darılır.

Amma yılbaşında hindi, kaz; yemesine bayılır...

Çam deviren hindici, nasıl mümin sayılır...

Bilmiyoruz çoğumuz ne edip yapıyoruz:

“Batı, Batı” diyerek, eyvah! Hep batıyoruz!

Yaklaşınca her sene, öz yurdumda yılbaşı:

Yapılır milletime Frenkçe türlü aşı!..

Buna, ağlar ağacı; hem toprağı, hem taşı:

Müslümanız (!) onlarla, Noel de yapıyoruz.

“Batı, Batı!” diyerek, eyvah! Hep batıyoruz!..

ALLAH Müslümanlara intibahlar versin! Âmin.

Bu gecede binlerce gencimizin eğlenme uğruna uyuşturucu ve içkiye müptela hale gelmeleri büyük bir faciadır. “Acaba tadı nasıl ?” merakı ile başlanan uyuşturucu ve içki belası daha sonra yuvaların yıkılmasına, insanların komaya girerek genç yaşta ölmesine kadar uzanan acı bir serüven haline geliyor. ALLAH Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Şarap, kumar, tapmak için dikilen taşlar (putlar), fal ve şans okları ancak şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının, uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, ALLAH’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide sûresi:90-91)

Ayet-i kerimede zikredildiği gibi içki-kumar bütün felaketlerin başlıca sebeplerinden ve ALLAH tarafından kesin olarak haram kılınan şeylerdendir. Kumarda evini, arabasını, bütün servetini ve hatta hanımını kaybeden kumarbazları duymuşsunuzdur. Kolay kazanma duygusunun verdiği heyecanla birçok kişiler yine bu gece büyük paralar kaybederek ve bunun sonucu olarak bunalıma girerek belki de canına kıymak için intihara kalkışacaktır. Adı ne olursa olsun şans oyunu niteliğinde olan, emek veya sermaye riski taşımayan, sonunda oynayana kazanç veya zarar getiren zar, oyun kâğıtları, müşterek bahis gibi her türlü şans ve talih oyunları, büyük olsun küçük olsun hepsi kumar sayılmaktadır. Çünkü dinimize göre helâl kazancın alın terine dayanması gerekir. Böyle bir oyunu başlangıçta para koymaksızın eğlence ve vakit geçirmek için oynamak da inceliklerini öğrenerek kumara yol açacağı ve kişide kumar töhmeti doğuracağı için caiz olmaz. Binaenaleyh Müslümanların bilmeden oynadığı ve bu sebeple durmadan günaha girdiği bir takım kumarlar vardır ki, bu oyunlar bilhassa yılbaşında oynandığı için izahına gerek görülmüştür. Şöyle ki:

A- Millî ve millisiz bütün piyango biletleri, eşya piyango biletleri kumar olup bunları almak, satmak kesinlikle haramdır. Bunlardan kazanılan para da gayr-ı meşrudur, haramdır. Faiz, kumar, rüşvet, piyango v.b. haram yolla elde edilen gelirin cami, okul yapımında kullanılması veya vakıflara bağışlanması dinimize göre caiz değildir. Haram kazanç ile hayır yapılamaz. Bunların resmî kurumlar tarafından tertip ve organize edilmesi, himaye görmesi veya bir kuruluşun, herhangi bir kurumun menfaatine olması onun dinen meşru ve caiz olduğu anlamına asla gelmez. Çünkü helal ve haram kılıcı sadece ALLAH Teâlâ’dır. Bu hükmü hiçbir kimse, hiçbir kuruluş ve hiçbir merci değiştiremez. Bunu inkâr eden kâfir olur. İnkâr etmeden uymayan da günahkâr olur.

B- Spor Toto, Spor Loto da bir kumardır. At yarışları ve diğer koşular birer sportif oyun oldukları halde, bunlardan hangilerinin kazanacağına dair girişilen paralı iddialar da yine birer kumardır.

C- Oynanan tombala, fırdöndü ve her türlü kâğıt oyunları ve neyine olursa olsun, hatta ucunda bir lokumuna veya bir çayına bile olsa, kumar kokusu bulunan tüm iskambil, dama, taş ve benzeri bilumum oyunlar kumardır. Hepsi haramdır. Hatta fukaha: Çocukların ceviz, badem ve yumurta oynamalarını bile kumardan saymışlardır. (Âlûsî, Tefsir, Bakara:219; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 2/765)

İşte bir Müslüman, böyle küresel bir isyan topluluğu içinde asla yer almamalı, bulunmamalıdır. Müslüman, müslümanca yaşamalıdır. Onun için biz o gün, diğer günlerden daha erken yatalım, ibadetimize daha düşkün olalım! Yatsı namazını camide cemaatle kıldıktan sonra hemen yatalım, bizim ışıklar sönsün. Geceleyin teheccüd namazına kalkalım o gün, dörtte, üçte... “Ya Rabbi! Bu kâfirlerin, bu cahillerin yaptığı ile benim hiçbir alâkam yok! Ben onlara hiç razı değilim, onlar gibi de yaşamadım ya Rabbi! İçimizden bir takım beyinsizlerin işlediği günah yüzünden, batıl işleyenlerin yüzünden bizi, hepimizi helak edecek misin?” diye dua edelim! Bol bol tövbe ve istiğfar edelim. Sabah namazında mutlaka camide olmaya dikkat edelim. Onların hiç bir şeyine uymamaya gayret edelim! Kimsenin Noel ve yılbaşı gecesini kutlamayalım; eğlencelerine, davetlerine katılmayalım; bu sebeple verilen hediyelerini almayalım; içkili-kumarlı, haramlı-günahlı toplantılardan şiddetle kaçınalım; evimize o geceye mahsus çerez, meyve almayalım; o gün için hindi kesmeyelim; odalarımıza, dükkân ve mağaza vitrinlerimize çam ağacı dikmeyelim, yılbaşı süslemesi yapmayalım... Gafil ve şaşkın ahalinin ıslah olmasına dua edelim. Çocuklarımıza bu gecenin yabancı âdeti olduğunu anlatalım, müslümanca yaşamayı vasiyet edelim, abdestli olarak erkence yatalım, asla radyo ve televizyon açmayalım. (İslâmî Radyo ve Televizyon olsa bile. Çünkü bir takım sözde İslâmî Radyo ve Televizyon kanallarının ne hale düştüğünü görüyoruz. Onlar başlangıçta ne güzel şeyler söylemişlerdi. Ahlâka, fazilete, edebe, terbiyeye uygun milli ve dini yayınlar yapacaklardı. Bu maksatla ne paralar toplandı; dindar Müslüman kadınların bileziklerini, yüzüklerini, mücevherlerini bile aparttılar. Sonunda manzara ortada.) Gece sahur vakti teheccüd namazına kalkalım, ALLAH Teâlâ’nın, bizi ve evlad ü ıyalimizi, nesil ve zürriyetlerimizi; küfürden, dalâletten, gaflet ve cehaletten korumasını; kahrına, gazabına uğratmamasını; hidayet üzere yaşatıp, iman-ı kâmil ile amel-i salih üzere can teslim etmeyi nasip buyurmasını, Ümmet-i Muhammed’e umumen rahmet eylemesini can u gönülden, ihlas ve gözyaşları ile talep ve niyaz edelim. Dinimize, iman ve irfanımıza, öz kültür ve pak âdet ve ananemize sımsıkı sarılalım ki dünyada ve ahirette felah ve necat bulalım.

Hiç belli olmaz. Rabbim korusun, ya o gece bir afet, şiddetli bir deprem olursa, halimiz nice olur? Şehadetsiz, onun başında murt gideriz. İnsanlar yaptıkları ve işledikleri haramlarla, tövbe etmeden giderse, işte onlarla haşr olacaklardır. ALLAH korusun. Rabbim, Sen büyüksün! Sen yücesin! Bizi ve tüm Müslüman kardeşlerimizi uyandır, hidayet ver. Amin!

Buna tefsir diyecek miyiz?..

Diyanet İşleri Başkanlığı, 2001'de yeni ve daha anlaşılır bir Kur'an meal ve tefsiri hazırlatmaya karar verdi. Hazırlama işi 4 ilahiyat profesörüne havale edildi. Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kâfi Dönmez, Sadrettin Gümüş.
Tefsir, Allâh kelâmı olan Kur'an âyetlerinin açıklamasıdır. Tefsirler, Rabbimizin, biz kullarına neleri emredip neleri yasakladığının izahını yapar. Onun için tefsir çok mühim, mühim olduğu kadar da mes'ûliyetlidir. Dolayısıyla böyle hassas bir iş ancak müfessirlerle/tefsirden anlayan kimselere havale edilmeli, böyle bir işi yüklenenler de ancak tefsir yapabilecek ilme sahip olmalıdırlar.
Bu çerçeve içinde Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ismi geçen kişilere hazırlattığı 5 ciltlik KUR'AN YOLU Türkçe Meal ve Tefsir isimli eserine baktığımızda şunu görüyoruz:
Eseri kaleme alan dört zattan hiçbiri tefsir profesörü değil. Yani ihtisası tefsir olmayanlara tefsir hazırlama vazifesi verilmiş, onlar da bu eseri 300.000 dolara hazırlamak üzere kabul etmişler.
Bu tıpkı, nasıl olsa o da doktordur diye bir cildiye doktoruna göz ameliyatı vazifesi vermek gibi. Ona böyle bir vazife veriliyor, o da bu benim işim değil demiyor. "Eh neyse..." kabilinden kabul ediveriyor.
Netice ne olur? Aşağıda okuyacağınız gibi "Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder" olur.
İlk cildi elimize alıyoruz. Tefsir niyetiyle okumaya başlıyoruz. Aman Allâh'ım! Tefsir değil sanki Kitab-ı Mukaddes'i, İncil ve Tevrat'ı tanıtma kitabı. "Kitab-ı Mukaddes'te şöyle deniyor, Kitab-ı Mukaddes'te böyle deniyor" diye, sadece Bakara suresinde tam 50 yerde Kitab-ı Mukaddes'e atıf yapılmış.
Eğer adına açıklama diyeceksek, bunu da şöyle açıklıyorlar:
"İslâmi inançlarla ve ilkelerle çelişmeyen ek bilgiler vermek maksadıyla Kitab-ı Mukaddes'ten de bilgiler aktardık." (Cild 1, XLIII)
Tahrif edilip Allâh'ın gönderdiği orijinal halini kaybetmiş olan bir kitabın verdiği bilgiye ne kadar güvenilir ki, okuyuculara ek bilgi vermek için Kitab-ı Mukaddes'ten yığınla bilgiler aktarıyorsunuz?
Allâh kelamı olmaktan çıkan bir kitabın, insanlar tarafından yazılan kitaplarla ne farkı kalır? Eğer, maksadınız söylediğiniz gibi "İslâmî inançlarla ve ilkelerle çelişmeyen ek bilgiler vermek" idiyse niçin sadece Kitab-ı Mukaddes'ten bilgiler aktardınız da -meselâ- doğu dinlerine ait bilgiler aktarmadınız? Muharref Tevrat ve İncillerin rüchaniyeti ne? Niçin sadece İncil ve Tevrat? Bunun bir sebebi olmalı. Ve ne?
Yazarlar heyeti aktardıkları bu bilgilerle yetinmeyip ayrıca "daha geniş bilgi için Tevrat'ın falan falan yerine bakın" diyerek okuyucuyu bir de Tevrat'a yönlendiriyor.
Neyse, Kitab-ı Mukaddes'ten aktardıkları bilgilerin, söyledikleri gibi İslâmi inançlarla çelişip çelişmediğine bakalım. Aktardıkları bilgilerden biri şöyle:

"Tevrat'ta, Yakub peygamberin Tanrı ile güreşip O'nu yendiği, bu sebeple Tanrı'nın ona İsrail adını verdiği bildirilir." (Birinci baskı, Cild 1, s: 50)

Eeee?.. Hani İslâmî inançlarla çelişmeyen bilgiler verecektiniz? Yakub peygamberin -hâşâ- tanrı ile güreşip O'nu yendiği İslâmi inançla bağdaşıyor mu? Bu inanç, İslâm'a göre insanı gömgök gâvur yapmaz mı?
Hadi bu bilgiyi verdiniz, peki sözümona tefsirinizde niçin buna dair gerekli bir izahta bulunmadınız?
Değerli okuyucular, yazarlar heyeti tarafından kaleme alınan Önsöz'de şu bilgiler veriliyor:
"Bildiğimiz kadarıyla İslâm dünyasında bir heyet tarafından yazılmış ve tamamlanmış Kur'an-ı Kerim tefsiri bulunmamaktadır. Bu açıdan bizim çalışmamızda bir ilkin gerçekleştiği söylenebilir. Ayrıca, Kur'an Yolu'nun, Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından okunup tenkit süzgecinden geçirilmesi de esere yararlı katkılar sağlamıştır."
Aman Allâh'ım! Demek bu eser bir de Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından okunup tenkit süzgecinden geçirilmiş. İyi ki Kurul tarafından okunmuş. Ya okunmasaydı kimbilir nasıl olacaktı?
Değerli okuyucular! Bu 5 ciltlik eserde öyle veballer işlenmiş ki, yazmakla bitecek gibi değil. Bunlardan bir misal: Şiilerde ve tabii ki İran'da, Mut'a nikahı diye bir nikâh var. Bu nikâh şöyle oluyor:
Bir kadınla bir erkek, şahit falan da olmadan belli bir para karşılığında belli bir süre için anlaşıp karı-koca hayatı yaşıyorlar. Anlaşılan süre bitince nikâh da sona eriyor...
Mut'a nikâhı işte böyle bir şey. Bu nikâh, ehl-i sünnete göre geçersiz olup yapanlar zina yapmış olurlar. 14 asırdır, hiçbir ehl-i sünnet âlimi de bunun câiz olduğunu söylememiş/yazmamıştır. Gelin görün ki, KUR'AN YOLU tefsiri bunun câiz olduğunu yazıyor. (1. baskı, Nisâ, 24. âyetin tefsirinin son paragrafı.)

Türkiye'de Türkçe olarak yayınlanmaya başlayan Newsweek dergisi, bu haftaki sayısında bu tefsirin Mut'a meselesi hakkındaki tavrını ele alıyor. Dergide, tefsir yazarlarının Mut'a konusunda birbirini tutmayan ibretlik sözleri mevcut. Ne deyip ne demeyeceklerine bile hâlâ karar verebilmiş değiller. Acı, çok acı...

7 Aralık 2008 Pazar

Allah Sevgisinin İspatı: Kurban ve Teslimiyet


İbrahim Aleyhisselam, Allah için biricik evladını kurban etti. Hiç itiraz etmeden “Neden, Niçin?” demeden, Allah’a mutlak bir itaat ve teslimiyet göstererek… Yeryüzü, tarih boyunca böyle bir imtihan tablosu görmemiş. Melekler bile hayrete düşüyor. Babası İlâhî emri yerine getirmek için yavrusunu yatırmış, çocuk ise kendisini tamamen teslim etmiş. Buradaki asıl maksat Hz. İsmail’in kesilmesi değil, Hz. İbrahim’in kalbindeki Allah sevgisine ortak olan, İlâhî sevgiye karışan evlat sevgisini kesmekti. İbrahim Aleyhisselam, bıçağı oğlunun boğazına sürünce, gönlündeki evlat sevgisini kesmiş ve orada yalnızca Allah sevgisi olduğunu ispatlamıştı.


Kurban Bayramı gelince her birerlerimiz İbrahim ve İsmail Aleyhisselam’ı mutlaka hatırlarız. Allah-u Tealâ’ya karşı gösterdikleri o büyük teslimiyeti ve bunun karşılığı olarak da Mevlâ’nın kendilerine koç ihsan etmesini takdir ve hayranlıkla yâd ederiz.
Bütün dünya Müslümanları olarak kurban bayramı günlerinde, Allah’ın rızasını kazanmak ve O’na yaklaşmak için kurban keser, bu dini vecibemizi yerine getiririz. Böylece, baba-oğul bu iki Peygamberin asırlar önce başarıyla verdikleri imtihanın heyecan ve sevincini tekrar yaşarız.
İbrahim Aleyhisselam, Allah için biricik evladını kurban etti. Bu büyük bir imtihandı ve imtihanların en zoruydu. Bundan önce de zor imtihanlara tâbi tutulmuştu. Malını Allah yolunda sebil edip tüm servetini gözden çıkarmış, Nemrut’un ateşine gözünü kırpmadan atlayıp canını seve seve feda etmişti. Elbette bunlar da zor imtihanlardı fakat bu seferki hepsinden çok daha zordu. Çünkü çok sevdiği yavrusu, ciğerparesi evladını bizzat kendi eliyle Allah için kurban edecekti…
İnsanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bu imtihan tablosunu, Allah’a karşı müthiş bir teslimiyetin ve sadakatin ispatı olan bu ibret vesikasını, ayeti kerimelerin ışığında kısaca gözden geçirelim:
Rivayet edilir ki; İbrahim Aleyhisselam hicretten sonra kavminden ve akrabasından uzak kalmıştı. Bu durum Onun için bir nevi uzlet gibi oldu. Tamamıyla Rabbine yönelip vakitlerini ibadetle geçirmeye başladı. Bu arada “Rabbim, Bana salihlerden olacak bir evlat ver” (Saffat: 100) diye, hayırlı bir evlat için dua ediyordu. Bunun için nezirde bulundu. Şayet bir erkek evladı olursa, onu Allah için kurban edecekti. Mevlâ Tealâ böylesine büyük bir arzuyla dua eden Halil’inin duasını kabul buyurdu ve O’nu bir evlatla müjdeledi. “Biz de O’nu yumuşak huylu bir oğul ile müjdeledik” (Saffat: 101) Çok geçmeden İbrahim Aleyhisselam’ın, Hacer anamızdan nur topu gibi bir evladı oldu ve Hz. İsmail dünyaya geldi.

Rüyada Gelen Kurban Emri
Bir zaman sonra, İbrahim Aleyhisselam aldığı İlâhî bir emir sebebiyle, Hacer anamızı ve oğlu Hz. İsmail’i Mekke’ye götürüp, bu günkü Beytullah’ın olduğu yere bıraktı. Ve onlar bundan böyle orada, Mevlâ’nın korumasında hayatlarına devam ettiler. Tabii İbrahim Aleyhisselam da her sene Mekke’ye gidip onları ziyaret ediyordu. Aradan seneler geçti ve böylece İsmail Aleyhisselam serpildi, büyüdü ve yürüme çağına geldi.
İbrahim Aleyhisselam, âdet üzre onları ziyarete gitmişti. Mina’da (Mekke’de Harem bölgesine dahil olan ve bu gün Huccacı Kiramın kurban kestikleri yerde) istirahat için uyuduğu sırada, rüyasında: “Ey İbrahim! Nezrini yerine getir. Allah’ın emrine binaen oğlunu kurban et!” diye bir nida işitti. Uykudan uyanınca, bunun Rahmanî olup olmaması hususunda şüpheye düştü.
Bu rüya hususunda Fahri Razi, Hazîn ve Kâdi Beydavi buyuruyorlar ki: “İbrahim Aleyhisselam bu rüyayı arefe gününden bir gün evvel gördü. Fakat bu rüya ‘Rahmanî mi yoksa şeytani mi?’ diye tereddüt ettiği için bu güne (Zilhicce ayının sekizinci gününe) “Terviye günü” denir.” Terviye “şek, şüphe”mânasına gelir.
İbrahim Aleyhisselam arefe günü tekrar aynı rüyayı görüp aynı hitabı işitince, bu rüyanın Rahmanî olduğunu anladı. Bu sebeple o güne de “Bildi” manasına gelen “Arefe” dendi. Yani rüyanın Rahmanî olduğunu bildi.
Mesele anlaşılmıştı. Fakat bu emir ne zaman yerine getirilecekti?
Üçüncü gün yine aynı rüyayı görünce, İlâhî emrin o gün yerine getirileceği anlaşılmış oldu. Bu güne de “Nahr” günü (Kurban Bayramı günü) denildi.

Devreye Giren Şeytanın Vesveseleri
İşte o gün İbrahim Aleyhisselam hanımına dedi ki:
- Ben Rabbime ibâdet için evden çıkacağım, yanımda oğlumu da götürmek istiyorum. O’nu güzelce yıka, hoş kokular sür ve en güzel elbiselerini giydir!
Bunun üzerine annesi oğlunu hazırladı ve baba-oğul evden çıktılar. Yolda giderlerken şeytan bir ihtiyar suretinde İbrahim Aleyhisselam’ın yanına gelip: - Bu konuda acele etme! Belki Allah Seni bu işten muaf tutar. Hem oğlunun şu boyuna, posuna, endamına ve güzelliğine baksana; hiç böyle bir evlada kıyılır mı? dedi. Hz. İbrahim: - Ey mel’un, defol! Bu Bana Rabbimin emridir. Şayet yüz bin oğlum olsa hepsini Allah için seve seve kurban ederim! diyerek şeytanı kovdu.
Şeytan, İbrahim Aleyhisselam’dan ümidini kesince bu sefer İsmail Aleyhisselam’a yanaştı:
- Senin neşen yerinde ama boşuna sevinme! Çünkü baban seni kesmeye götürüyor, dedi. İsmail Aleyhisselam ise:
- Bir baba evladını hiç keser mi, hem niçin kessin ki? diye cevap verdi. Şeytan:
- Çünkü bunu O’na Rabbi emretti... Şeytan, henüz çocuk yaşta olan İsmail Aleyhisselam’ı kandırmak maksadıyla böyle söylemişti. Evet, o çocuktu; ama Peygamber olacak çocuk… Öyle bir cevap verdi ki; şeytan bunu dediğini de diyeceğini de pişman oldu.
- Bre melun! Eğer bu Rabbimin emriyse, o zaman sana ne oluyor?! Rabbimin emri başım üstüne, dedi ve şeytanı kovdu. Ardından da onu taşlayıp sol gözünü kör etti. Şeytan aleyhillane üzüntüyle oradan kaçtı. Sonra Hacer anamızın yanına geldi. Ve son bir gayretle onu kandırmaya uğraştı ama muvaffak olamadı.
Böylece baba-oğul beraberce yollarına devam ettiler… Biraz sonra yeryüzü, insanlık tarihinde eşi ve benzeri görülmemiş çapta büyük ve muazzam bir olaya şahit olacaktı. Mevlâ Tealâ bu ibret tablosunu, bir imtisâl örneği olarak bizlere şöyle sunuyor: “Vaktâ ki çocuk babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: (Hz. İbrahim) ‘Yavrucuğum! Rüyamda seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün ne dersin?’ dedi. O da cevaben: ‘Ey Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.” (Saffat:102) Ayet-i Kerimeyi tahlil edecek olursak, bu iki büyük insanın ruh hallerini çok iyi anlamış oluruz. Demek ki, İbrahim Aleyhisselam bu zor emrin ağırlığı sebebiyle, acı içinde dehşete düşmemiş veya bu işten bir an önce kurtulmak telaşıyla infiale kapılmamış. Ya da bir punduna getirip, oğlunu kandırarak emri bir an önce infaz etmeye de çalışmamış. Oğluna seslenişinden bu açıkça anlaşılıyor. Söze “Ya Büneyye!” (Ey Oğulcuğum) diye başlıyor ve İlâhî emri kendisine bildiriyor. Öyle panik ve dehşet havası içinde değil, sükûnetle ve sevgiyle…
Evet, bu emri yerine getirmek gerçekten çok zor. Hatta evladının hayatına son vermesini istemekten daha zor. Veya oğlunu, geri dönmeyeceğini bildiğin bir savaşa gönderirsin; bu iş böyle de değil... Çünkü oğlunu boğazlama işini bizzat kendisi yapacak; sırf Allah emretti diye! Hiç itiraz etmeden “neden, niçin?” demeden, Allah’a mutlak bir itaat ve teslimiyet gösteriyor İbrahim Aleyhisselam. İşte İman! İşte itaat! İşte teslimiyet! Ve Halilullah makamı...

Hz. İsmail’in Teslimiyeti
Gelelim henüz çocuk yaştaki İsmail Aleyhisselam’a. Hakkındaki Ilâhî emri duyunca acaba ne diyecek? Hangi ruh haline bürünüp babasına nasıl tepki gösterecek?..
Şimdi O da babasının daha önce yükseldiği ufuklara yükseliyor ve diyor ki: “Ey Babacığım! Ne ile emrolunduysan yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” (Saffat:102) sözüne “Ey Babacığım!” diyerek, sevgi ve hürmet dolu bir ifadeyle başlıyor. Hakkında verilen boğazlanma kararını duymak, hem de bu işin babası tarafından yapılacak olması demek onu üzmemiş, babasına olan sevgisini azaltmamış. Çünkü insan ister istemez ürperebilir, hatta o anda insanın akli muvazenesi dahi bozulabilir. Ama böyle bir durumda bile babasına karşı edep ve terbiyesini bozmuyor. Sadece babasına karşı değil, Mevlâ’ya karşı da edebini muhafaza ediyor ve: “Allah dilerse, beni sabredenlerden bulacaksın.” diyor. Bu sözde büyük incelikler var. Öncelikle kendi tahammül gücünün sınır ve hududunu bilmek var öyle kuru bir kahramanlık taslamıyor. Kendi nefsine pay ayırıp “Ben şöyleyim, ben böyleyim. Allah yolunda can veririm, kan dökerim!” şeklinde, pehlivan edasıyla şecaat arz etmiyor. Hâlbuki Allah için boğazlanmayı gönül rızasıyla kabul etmiş, bundan ötesi var mı? Ama buna rağmen, bütün keremi ve üstünlüğü Allah’a havale ederek “Allah dilerse, beni sabredenlerden bulacaksın.” diyor.
Karşılıklı konuşma faslı bitince sıra geliyor tatbikâta... Az sonra, cihan tarihinin bu eşsiz imtihan tablosu, insanoğlunun alıştığının dışında zuhur edecek. “Böylece ikisi de Allah’a teslimiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca” (Saffat: 103).
Rıza, itaat ve teslimiyet…

Böyle İmtihan Görülmedi
Yeryüzü, tarih boyunca böyle bir imtihan tablosu görmemiş. Melekler bile hayrete düşüyor. Babası ilâhî emri yerine getirmek için yavrusunu yatırmış, çocuk ise kendisini tamamen teslim etmiş. Burada yapılan şey bir cesaret gösterisi filan, kahramanlık ve bahadırlık hiç değil! Bir mücahit meydana atılır, vurur veya vurulur. Bir asker cepheye gider, sağ dönmeyeceği ihtimalini de göz önüne alarak savaşır. Fakat bunlarla o iki dev şahsiyetin yaptığı şey çok farklı.
Ve İbrahim Aleyhisselam bıçağı oğlunun boğazına sürdü, fakat bıçak kesmedi. Tekrar denedi yine olmadı. Bunun üzerine elindeki bıçağı hemen yanı başındaki kayaya sürünce, o koskocaman kaya ikiye bölündü. Kayayı kesen bıçak, yumuşacık bir teni kesmemişti. İbrahim Aleyhisselam bıçağa sitem etti:
- Ey bıçak! Beni Rabbime asi mi edeceksin, niçin kesmiyorsun? Bıçak dile geldi:
- Halil diyor kes! Celil diyor kesme! Ben de Celil olan Allah’ı dinliyorum. İbrahim Aleyhisselam bu sırada alnında biriken terleri silerken, yıllarca önce ateşin kendisini yakmadığını hatırladı. O zaman ateşe “Yakma!” emrini veren Allah-u Tealâ, bugün de bıçağa: “Kesme!” emrini vermişti.
Böylece Emir yerine gelmiş ve imtihan kazanılmıştı. Bu iki büyük insan, Allah’a olan teslimiyetlerini apaçık bir şekilde ispatlamış oldular. Geriye ne kaldı? Bedenin elemlenmesi ve cismin boğazlanıp kanın akıtılması…
Bunu da bir hayvanın boğazlanışı telâfi ederdi. İşte o esnada Cebrail Aleyhisselam elinde büyük bir koçla göründü. “Doğrusu bu apaçık ve kat’i bir imtihandı. O’na fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik” (Saffat:106-107).

Kurban Bayramı’ndaki Tekbirlerin Sebebi
Cebrail Aleyhisselam gökten inerken yüksek sesle:“Âllâhü Ekber! Âllâhü Ekber!” diyerek tekbir getirdi. İbrahim Aleyhisselam başını kaldırıp bu manzarayı görünce: “Lâ ilâhe illallâhü vellâhü ekber!”diyerek karşılık verdi. Boynuna bıçağın inmesini bekleyen İsmail Aleyhisselam, tekbir ve tehlili duyunca meseleyi anladı. Demek imtihan kazanılmış ve Mevla Teâla canını bağışlamıştı. O da: “Âllâhü Ekber velillâhil hamd!” diyerek, Mevlâya hamd etti. İşte tekbir budur. Bu sebeple, Kurban Bayramı günlerinde farz namazlarından sonra yirmi üç vakit “Tekbir” getirilir.
Aslında burada asıl maksat Hz. İsmail’in kesilmesi değil, Hz. İbrahim’in kalbindeki Allah sevgisine ortak olan, ilâhî sevgiye karışan evlat sevgisini kesmekti. İbrahim Aleyhisselam bıçağı oğlunun boğazına sürünce, gönlündeki evlat sevgisini kesmiş ve orada yalnızca Allah sevgisi olduğunu ispatlamıştı. Mevla Teâla kullarından, kulluk ve teslimiyetten başka bir şey istemiyor. Bunun ispatı için de bizleri imtihan ediyor. Yoksa Allahu Teâla kullarını cezalandırmak için imtihan etmez.
Kanların boşuna akmasına, canların heder edilmesine asla rıza göstermez. Fakat kulundan da öyle bir teslimiyet ve itaat istiyor ki; gerektiğinde malını, gerektiğinde evladını, hatta canını bile Kendi yolunda fedâ edip, kurban edebilmeli...
Bizler de inşallah kurbanlarımızı keserken şöyle niyet edelim; “Ya Rabbi! Şayet bizlere ‘Evladını kes’ diye emretseydin keserdik. ‘Canını ver’ deseydin onu da verirdik. Fakat ‘Kurban kes’ buyurdun. İşte kesiyoruz kabul eyle…” Bu vesileyle bütün okurlarımızın Kurban Bayramını şimdiden tebrik eder, keseceğimiz kurbanların Kendisine yaklaşmamıza vesile olmasını Yüce Rabbimden niyaz ederim.
Fi Emanillah!..

2 Aralık 2008 Salı

“Ahde Vefa Kalmamış” Dedirtmem







Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh) hilâfeti döneminde, Ashâb-ı Kirâm ile beraber oturuyorlarken, karşıdan üç kişinin gelmekte olduğunu gördüler. Bu kimseler, bir genci yakalayıp ellerinden sıkıca kavramışlar ve çeke çeke getiriyorlar. Belli ki onu Halifeye şikayet edecekler.
Gelip Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh)’ın huzurunda durdular. Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh) sordu:
- Söyleyin bakalım derdiniz nedir? Bu delikanlının ne suçu var da, böyle sıkıca tutup getirdiniz? Onlardan biri meseleyi arzetti:
- Ya Emir’el-Mü’minin! Bu genç babamızı öldürdü. Cezası neyse tatbik edilmesini istiyoruz. Adalet Güneşi Hazreti Ömer (Radıyallâhü Anh) o gence dönüp sordu:
- Bunların dediklerini duydun. Söylenenler doğru mu? O genç söylenenlere itiraz etmedi. Bunların doğru söylediklerini, ancak kendisinin de bazı söyleyecekleri olduğunu belirtip, izin aldı ve konuşmaya başladı:
- Ya Emir’el-Mü’minin! Ben buralı değilim. Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in: “Benim kabrimi ziyaret eden Beni ziyaret etmiş gibidir.” buyurduğu üzere, bu mübarek beldeye Efendimizin Kabri Şerifini ziyaret için geldim. Medine civarına geldiğimde abdest tazelemem icabetti. Atımdan indim ve bir hurmalık yakınında abdest almakla meşgul olurken, baktım ki atım hurma dallarına uzanmış, yemeye çalışıyor. Fakat ağacın dallarını kırıp zarar verdiği için, buna mani olayım diye atıma doğru koştum. İşte o anda karşıdan yaşlı bir adam bana doğru bağırarak geldi. İyice yaklaştı ve hiçbir şey sormadan elindeki taşla atıma hızla vurdu. Takdiri İlâhî bu darbeyle at düşüp öldü. Bu yaşlı adam durup dururken bir hiç uğruna atımı öldürünce dayanamadım, ben de onun ata vurduğu taşı alıp ona fırlattım. Takdiri İlâhî o yaşlı adamcağızında eceli gelmiş olacak ki, o da öldü. Bu duruma çok üzüldüm, bir öfke nelere mâlolmuştu. Vicdan azabıyla gayrete gelip, hemen yaşlı adamın kim olduğunu araştırdım. Ailesini bulup, uygun bir dille meseleyi anlattım. İşte durum bundan ibarettir.
Şayet kaçmak isteseydim, o zaman kolayca kaçardım. Ama ben Allah’a ve âhiret gününe inanmış bir kimseyim. Cezam ne ise onu dünyada çekmeye razıyım. İlâhi Adalet ne ise tatbik edilsin ve hak yerini bulsun, ben bundan gocunmam.
Gencin bu tavrı, Sahâbe-i Kirâm’ı da etkilemişti. Ama hüküm neyse tatbik edilecekti. Babaları ölen gençler diyet almaya râzı olmuyorlar ve kısas yapılmasını istiyorlardı. Karar verildi. Kısas yapılacak ve o genç idam edilecekti. O genç de, bu hüküm karşısında hiç itiraz etmedi, telaşlanıp paniğe kapılmadı ve gayet soğukkanlı bir şekilde hükme rıza gösterdi. Yalnız bir ricası vardı. Söz isteyip dedi ki:
- Bu hükme hiçbir itirazım yok ve olamaz da... Şeriatın kestiği parmak acımaz. Fakat sizden bir ricam olacak, bunu kabul edip etmemek sizin bileceğiniz bir şey. Ricam şu ki: Bakımıyla ilgilendiğim bir yetim var. Onun bana teslim edilmiş olan altınlarını bahçemde bir yere gömdüm. Bu altınlar o yetimin geleceği... Yerini de benden başka kimse bilmiyor. Eğer bana üç gün müsaade ederseniz. Bu meseleyi halleder ve gelirim. Böylece hem o yetim yavru mahrum olmamış olur, hem de ben rûzi cezada mesul olmaktan kurtulurum. Orada olanlardan bazıları dediler ki:
- Şu anda sana müsaade edemeyiz. Çünkü sen suçlusun ve cezan infaz edilecek...
Ayrıca, ya kaçar ve gelmezsen?
- Kaçmayacağıma dair yemin ederim. Hem kaçmak isteseydim, daha evvel rahat bir şekilde kaçabileceğimi söylemiştim.
- Seni serbest bırakamayız. Ancak yerine kefil bırakırsan bu mümkün olur.
Genç, oranın yabancısıydı. Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) in Kabri Şerifini ziyarete gelmişti. Bu civarda kimseyi tanımıyordu ki kefil bıraksın. Son çare olarak, orada bulunan Sahâbe-i Kirâm’a tek tek baktı. Acaba kendisine kefil olan çıkar mıydı? Tekrar gözden geçirdi, kalbinin sesine kulak verdi ve Ebu Zerr’il-Gıfârî (Radıyallâhü Anh)ı göstererek:
- Bu zat bana kefil olur, dedi.
Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh):
- Ya Eba Zerr! Ne diyorsun kefil olmayı kabul ediyor musun? diye sorunca, Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh) cevap verdi:
- Bu delikanlının üç güne kadar dönüp teslim olacağına inanıyor ve ona kefil oluyorum!
Bunun üzerine genci serbest bıraktılar. O da, üç gün içinde işlerini halledip gelmek üzere, oradan ayrıldı. Böylece aradan iki gün geçti ve üçüncü gün oldu, ama ortalarda ne gelen vardı ne de giden... Ölen adamın çocukları Ebu Zerr’il-Gıfârî hazretlerine sitem ederek: “Ya Eba Zerr! kefil olduğun adam hâlâ gelmedi. Kim olduğunu bilmediğin bir kimseye niçin kefil oldun. Adam ölümden kurtuldu, bir daha geri gelir mi?” diyorlardı. Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh) ise:
- Durun bakalım daha üç gün dolmadı. Eğer vakit dolar, genç de geri gelmezse, o zaman şeriatın emri neyse bana tatbik edersiniz. Çünkü ben ona kefil oldum ve sözümdeyim.
Ashâb-ı Kirâmı bir üzüntü kaplamıştı. Zira o genç gerçekten de gelmeyecek olursa, kefil olduğu için kısas, Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh)a yapılacaktı.
Vakit bir hayli ilerlemiş, gün batmaya az kalmıştı. Bu arada Ashâb-ı Kirâm, babası öldürülen davacılara diyet teklifinde bulundular. Çünkü koskoca Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh)’ın idam edilmesini asla istemiyorlardı. Fakat onlar da “katili elimizle getirmişken ve hüküm infaz edilecekken, niçin kefil oldu” diye Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh)a kızıyorlar ve babamızın kanı kesinlikle yerde kalmamalı” diye diretiyorlardı.
Medine bu olayla çalkalanıyordu. Herkes üzüntü içindeydi. Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh)’ın infaz edilmemesi için acaba ne yapmak gerekiyordu...
Kimileri “ölen ölmüş, geri mi gelecek, diyeti kabul etseler ya” diyerek dâvâcılara kızarken, kimileri de söz verip de gelmeyen gence verip veriştiriyordu. Heyecan had safhaya varmış, herkes neticenin ne olacağını merak ediyor ama vakitler de hızla ilerliyordu, neredeyse gün battı batacaktı… İşte bu esnada Medine’nin girişinden bir adam olanca kuvvetiyle koşarak geliyordu. Her tarafı perişan, ter kan içinde gelen bu adam o gençten başkası değildi. Orada bulunanlardan birçoğu sevinç çığlığı attılar. Ölmek için koşarak gelen bir adama, belki de ilk defa böylesine seviniliyordu. O genç, hemen Halife-i Müminin Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh)’ın huzuruna çıktı ve teslim oldu:
- Kusura bakmayın. Çok daha erken gelemediğim için belki sizi endişelendirmiş olabilirim, fakat malûmunuz bir atım vardı, o da öldürüldü. Başka da binitim olmadığı için yayan gidip gelmek zorunda kaldım. Yetişemeyeceğim diye öyle korktum ki, o zaman bir kişinin ölümüne daha sebep olacaktım. Rabbime hamd olsun ki verdiğim sözde durdum. Ya Emir’el-Mü’minin! Artık hükmü infaz edebilirsin! Ben hazırım.

- Mü’min dediğin böyle olmalı, ucunda ölüm bile olsa sözünde durmalı.
O genç dedi ki:
- Evet mü’min olan sözünde durur, ahdine vefa gösterir. Ölümün vakti ise, ne ileri alınır ne de geri... Ondan kaçmakla kim kurtulmuş ki ben kurtulayım. Vakit dolmadıysa da Allah (Celle Celâlühü) nün verdiği canı kim alabilir. Geldiğime hayret mi ediyorsunuz? Ben “Dünyada ahde vefa kalmadı.” dedirtmem.
Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh) ın tanımadığı bir adama canı pahasına kefil olması da hayret verici bir olaydı. Ona da, bu genci tanımadığı halde nasıl böyle bir kefilliği kabul ettiğini sorduklarında dedi ki:
- Evet bu genci tanımıyordum. Lâkin bu olay başta Mü’minlerin Halifesi ve bir çok Sahabinin huzurunda gerçekleşti. Çaresiz kalmış, samimi bir kimsenin işini görmek, üstelik bana güvendiği halde onu yüzüstü bırakmak doğru değil. Ben “Bu dünyada fazilet diye bir şey kalmamış” dedirtirmiyim?
Orada, gerçekten de çok duygusal bir ortam oluşmuştu. Tüm bu olaylar ve sözler gözlerinin önünde cereyan eden, ölen adamın çocukları da yumuşamışlar, duygulanmışlar ve kalpleri merhamete gelmişti. Zaten bu genç o taşı, babalarını öldürmek için atmamıştı. Fakat takdiri İlahi babaları ölmüştü. Bunun üzerine onlarda davalarından vazgeçerek kısas istemediklerini söylediler. Onlara bunun diyeti teklif edildi. Bu diyet Beytü’l-Maldan verilecekti. Ama onlar; bizde “dünyada insanlık kalmadı” dedirtmeyiz dediler ve Allah (Celle Celâlühü)nün rızası için dâvâlarından vazgeçtiler.
Bu muhteşem tablo, herkesi son derece duygulandırmıştı. Herkes üzüntüden kurtulmuş yerini târifi imkânsız bir sevince bırakmıştı. Helâllaştılar, kucaklaştılar. Böylece arkalarında insanlığa bir ibret levhası bıraktılar.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Haftanın Sohbeti