28 Aralık 2008 Pazar

Filistin İçin DUA










22 Aralık 2008 Pazartesi

Yılbaşı, toplumsal bir isyandır

Soru: Yılbaşı ve yılbaşı kutlamaları hakkında bilgi verir misiniz?

Cevab: Bismillahirrahmanirrahim.

31 Aralık Pazartesi gününü, 1 Ocak Salı gününe bağlayan gece yılbaşı gecesidir. Yılbaşı kutlamaları denilince de eski yılın sona erip yeni yıla geçildiği 31 Aralık/1 Ocak gecesi yapılan eğlence ve faaliyetler anlaşılır. Ancak yılbaşı eğlenceleri, ilk bakışta yeni yıla girişin kutlamaları gibi gözükmekle birlikte bunun hıristiyan batının noel bayramıyla da yakın ilgisi bulunmaktadır.

Hıristiyan ülkelerdeki dinden kaynaklanan bu eğlenceler, 31 Aralık günü en yüksek seviyeye ulaşır. İnsanlar adeta çılgınlaşarak kendilerinden geçerler. Kumar, içki, dans partileri düzenlerler. Kökeni itibarı ile dinsel bir tören olan noel, Yunanistan ve özellikle Hıristiyan ülkelerinde şenlikler ile kutlanırken maalesef yurdumuzda da büyük meydanlarda şenliklere dönüştürülüyor.

Halbuki, bu günde yapılan içkili, kumarlı eğlencelerin gerçek hıristiyanlıkla hiçbir alakası yoktur. Beşeriyetin ıslahı için ALLAH Teâlâ tarafından gönderilmiş ilahi bir din, tebliğcisi olan Peygamberin doğum yıldönümünün bu şekilde kutlanmasına müsaade eder mi? İçkili, kumarlı ve insanı küçük düşüren zevklerin terennüm edildiği kutlama törenleri, İlahi bir dinin esaslarıyla bağdaşabilir mi?

Biz Müslümanlar da Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin doğum yıldönümünü kutluyoruz. Amma mübarek bir gece olarak, Mevlid Kandili olarak...

Bu yüzden aslında yılbaşı ve noel’in hıristiyanlıkla da Hz. İsa (A.S.) ile de hiçbir alakası yoktur. Eğer olsa idi; yılbaşı gecelerinde kiliselerde ayinler yapılır, bu gece bir çılgınlık havası içinde değil, bir takdis havası içinde kutlanırdı. Ama gerek yurtiçinde, gerekse yurt dışında bulunan kiliselere bakıldığında bu gecenin zulmete bürünmüş ve içlerinden en küçük bir hareketin olmadığı görülecektir. Hz. İsa (A.S.) ile bu gecenin sefahatının, israfının ve çılgınlığının ne alakası olabilir ?

Hz. İsa (A.S.)ı biz de severiz. O’nun ve diğer bütün Peygamberlerin peygamberliğine inanmak İslâmiyetin iman esaslarından birisidir. Çünkü, İslâm akidesine göre:

“...ALLAH Teâlâ’nın Peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız...”
(Bak. Bakara Sûresi: 285, 136)


Ancak, bir Peygambere saygı, O’nun doğum yıl dönümüne hürmet de ALLAH Teâlâ’nın emirleri ve dinî ölçüler içinde olmalıdır.

Dinimizde ise; noel ve yılbaşı kutlamalarının yeri yoktur. Bu yılbaşının biz Müslümanlar için, resmî ve milletlerarası bir takvim başlangıcı olmak ilgi ve alâkasından başka hiçbir kıymet ve değeri asla yoktur. Biz Müslümanlar için Muharrem ayının birinci gecesi: Yılbaşı gecesidir. İslâm’da yeni yıl, Muharrem ayının birinci günü ile başlar. Fakat, maalesef Müslümanların büyük bir kısmının haberi bile olmaz.

Bu bakımdan toplumumuzda ve diğer Müslüman toplumlarda “yılbaşı kutlaması” adı altında düzenlenen eğlence toplantıları ise, hiçbir kültürel ve geleneksel temele sahip değildir. Bu bakımdan hırıstıyan olmayan ülkelerde yılbaşı kutlamaları, Batı’nın körü körüne taklit edilmesinin veya hıristiyan Batı’nın kültür ihracının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Ülkemizde öteden beri yılbaşı kutlamalarıyla ilgili olarak yapılan tenkitler ve gösterilen hassasiyet de buradan kaynaklanır.

Açıklık-saçıklık ve fuhuş: Noel ve yılbaşı gecesinde kadın-erkek açık kıyafetleriyle dans etmek, dinimizin ahlâk ve hayâ esaslarına aykırı olup haramdır. Ayrıca bu gecede eğlenmek adına yüzlerce genç kız bekâretini; hanımlar namus ve iffetini kaybediyor ve bunun dayanılmaz sonucu olarak fuhşun çirkef kollarına düşüyor. Bu tür manzaraları her yılın ilk haftasında gazete ve haber programlarından içimiz sızlayarak izliyoruz. Bu gecede; özellikle fuhuş ticareti yapanlar işbaşında oluyorlar. Kendilerine sermaye kazandırmak için kollarını sıvamış, adeta avının üzerine atlamaya hazır bir aç kurt gibi masum ve cehaletinin kurbanı hanım yavrularımızı bekliyorlar. İçki ve kumar: Bunlar, haddizatında hem dinî ve hem de millî hasletlerimizi kökten mahveden birer baş düşmanlardır. Zira içki ve kumar bütün kötülüklerin anasıdır. Yılbaşı gecesinde içki içmek ve kumar oynamak sanki bir matahmış gibi hareket etmek, o gün toplanarak içki ve sefahat âlemlerine dalmak, kumarın her çeşidiyle tam bir iflâs ve isyan bayrağı çekmek, kadınlı-erkekli, danslı-sazlı ve cazlı gayrı meşru ve gayrı-ahlâkî hareketlerle haram ve helâl demeden sermest olmak, insanlık ve Müslümanlık kurallarına sırt çevirerek bayağılaşmak ve adileşmek necib bir millete ve onun tarihine, bu vatan için canlarını feda eden atalarının ideallerine asla uygun düşmez. Müslümanların bu günkü halini şair ne güzel dile getirmiş:

Bir elde kadeh! Bir elde Kur’an!

Ne helâldır işimiz, ne de haram!

Şu yarım yamalak dünyada,

Ne tam kâfiriz, ne de tam bir Müslüman!

Müslümana:

“Sen Hıristiyan mısın?” diye sorsan darılır.

Amma yılbaşında hindi, kaz; yemesine bayılır...

Çam deviren hindici, nasıl mümin sayılır...

Bilmiyoruz çoğumuz ne edip yapıyoruz:

“Batı, Batı” diyerek, eyvah! Hep batıyoruz!

Yaklaşınca her sene, öz yurdumda yılbaşı:

Yapılır milletime Frenkçe türlü aşı!..

Buna, ağlar ağacı; hem toprağı, hem taşı:

Müslümanız (!) onlarla, Noel de yapıyoruz.

“Batı, Batı!” diyerek, eyvah! Hep batıyoruz!..

ALLAH Müslümanlara intibahlar versin! Âmin.

Bu gecede binlerce gencimizin eğlenme uğruna uyuşturucu ve içkiye müptela hale gelmeleri büyük bir faciadır. “Acaba tadı nasıl ?” merakı ile başlanan uyuşturucu ve içki belası daha sonra yuvaların yıkılmasına, insanların komaya girerek genç yaşta ölmesine kadar uzanan acı bir serüven haline geliyor. ALLAH Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Şarap, kumar, tapmak için dikilen taşlar (putlar), fal ve şans okları ancak şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının, uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, ALLAH’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide sûresi:90-91)

Ayet-i kerimede zikredildiği gibi içki-kumar bütün felaketlerin başlıca sebeplerinden ve ALLAH tarafından kesin olarak haram kılınan şeylerdendir. Kumarda evini, arabasını, bütün servetini ve hatta hanımını kaybeden kumarbazları duymuşsunuzdur. Kolay kazanma duygusunun verdiği heyecanla birçok kişiler yine bu gece büyük paralar kaybederek ve bunun sonucu olarak bunalıma girerek belki de canına kıymak için intihara kalkışacaktır. Adı ne olursa olsun şans oyunu niteliğinde olan, emek veya sermaye riski taşımayan, sonunda oynayana kazanç veya zarar getiren zar, oyun kâğıtları, müşterek bahis gibi her türlü şans ve talih oyunları, büyük olsun küçük olsun hepsi kumar sayılmaktadır. Çünkü dinimize göre helâl kazancın alın terine dayanması gerekir. Böyle bir oyunu başlangıçta para koymaksızın eğlence ve vakit geçirmek için oynamak da inceliklerini öğrenerek kumara yol açacağı ve kişide kumar töhmeti doğuracağı için caiz olmaz. Binaenaleyh Müslümanların bilmeden oynadığı ve bu sebeple durmadan günaha girdiği bir takım kumarlar vardır ki, bu oyunlar bilhassa yılbaşında oynandığı için izahına gerek görülmüştür. Şöyle ki:

A- Millî ve millisiz bütün piyango biletleri, eşya piyango biletleri kumar olup bunları almak, satmak kesinlikle haramdır. Bunlardan kazanılan para da gayr-ı meşrudur, haramdır. Faiz, kumar, rüşvet, piyango v.b. haram yolla elde edilen gelirin cami, okul yapımında kullanılması veya vakıflara bağışlanması dinimize göre caiz değildir. Haram kazanç ile hayır yapılamaz. Bunların resmî kurumlar tarafından tertip ve organize edilmesi, himaye görmesi veya bir kuruluşun, herhangi bir kurumun menfaatine olması onun dinen meşru ve caiz olduğu anlamına asla gelmez. Çünkü helal ve haram kılıcı sadece ALLAH Teâlâ’dır. Bu hükmü hiçbir kimse, hiçbir kuruluş ve hiçbir merci değiştiremez. Bunu inkâr eden kâfir olur. İnkâr etmeden uymayan da günahkâr olur.

B- Spor Toto, Spor Loto da bir kumardır. At yarışları ve diğer koşular birer sportif oyun oldukları halde, bunlardan hangilerinin kazanacağına dair girişilen paralı iddialar da yine birer kumardır.

C- Oynanan tombala, fırdöndü ve her türlü kâğıt oyunları ve neyine olursa olsun, hatta ucunda bir lokumuna veya bir çayına bile olsa, kumar kokusu bulunan tüm iskambil, dama, taş ve benzeri bilumum oyunlar kumardır. Hepsi haramdır. Hatta fukaha: Çocukların ceviz, badem ve yumurta oynamalarını bile kumardan saymışlardır. (Âlûsî, Tefsir, Bakara:219; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 2/765)

İşte bir Müslüman, böyle küresel bir isyan topluluğu içinde asla yer almamalı, bulunmamalıdır. Müslüman, müslümanca yaşamalıdır. Onun için biz o gün, diğer günlerden daha erken yatalım, ibadetimize daha düşkün olalım! Yatsı namazını camide cemaatle kıldıktan sonra hemen yatalım, bizim ışıklar sönsün. Geceleyin teheccüd namazına kalkalım o gün, dörtte, üçte... “Ya Rabbi! Bu kâfirlerin, bu cahillerin yaptığı ile benim hiçbir alâkam yok! Ben onlara hiç razı değilim, onlar gibi de yaşamadım ya Rabbi! İçimizden bir takım beyinsizlerin işlediği günah yüzünden, batıl işleyenlerin yüzünden bizi, hepimizi helak edecek misin?” diye dua edelim! Bol bol tövbe ve istiğfar edelim. Sabah namazında mutlaka camide olmaya dikkat edelim. Onların hiç bir şeyine uymamaya gayret edelim! Kimsenin Noel ve yılbaşı gecesini kutlamayalım; eğlencelerine, davetlerine katılmayalım; bu sebeple verilen hediyelerini almayalım; içkili-kumarlı, haramlı-günahlı toplantılardan şiddetle kaçınalım; evimize o geceye mahsus çerez, meyve almayalım; o gün için hindi kesmeyelim; odalarımıza, dükkân ve mağaza vitrinlerimize çam ağacı dikmeyelim, yılbaşı süslemesi yapmayalım... Gafil ve şaşkın ahalinin ıslah olmasına dua edelim. Çocuklarımıza bu gecenin yabancı âdeti olduğunu anlatalım, müslümanca yaşamayı vasiyet edelim, abdestli olarak erkence yatalım, asla radyo ve televizyon açmayalım. (İslâmî Radyo ve Televizyon olsa bile. Çünkü bir takım sözde İslâmî Radyo ve Televizyon kanallarının ne hale düştüğünü görüyoruz. Onlar başlangıçta ne güzel şeyler söylemişlerdi. Ahlâka, fazilete, edebe, terbiyeye uygun milli ve dini yayınlar yapacaklardı. Bu maksatla ne paralar toplandı; dindar Müslüman kadınların bileziklerini, yüzüklerini, mücevherlerini bile aparttılar. Sonunda manzara ortada.) Gece sahur vakti teheccüd namazına kalkalım, ALLAH Teâlâ’nın, bizi ve evlad ü ıyalimizi, nesil ve zürriyetlerimizi; küfürden, dalâletten, gaflet ve cehaletten korumasını; kahrına, gazabına uğratmamasını; hidayet üzere yaşatıp, iman-ı kâmil ile amel-i salih üzere can teslim etmeyi nasip buyurmasını, Ümmet-i Muhammed’e umumen rahmet eylemesini can u gönülden, ihlas ve gözyaşları ile talep ve niyaz edelim. Dinimize, iman ve irfanımıza, öz kültür ve pak âdet ve ananemize sımsıkı sarılalım ki dünyada ve ahirette felah ve necat bulalım.

Hiç belli olmaz. Rabbim korusun, ya o gece bir afet, şiddetli bir deprem olursa, halimiz nice olur? Şehadetsiz, onun başında murt gideriz. İnsanlar yaptıkları ve işledikleri haramlarla, tövbe etmeden giderse, işte onlarla haşr olacaklardır. ALLAH korusun. Rabbim, Sen büyüksün! Sen yücesin! Bizi ve tüm Müslüman kardeşlerimizi uyandır, hidayet ver. Amin!

Buna tefsir diyecek miyiz?..

Diyanet İşleri Başkanlığı, 2001'de yeni ve daha anlaşılır bir Kur'an meal ve tefsiri hazırlatmaya karar verdi. Hazırlama işi 4 ilahiyat profesörüne havale edildi. Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kâfi Dönmez, Sadrettin Gümüş.
Tefsir, Allâh kelâmı olan Kur'an âyetlerinin açıklamasıdır. Tefsirler, Rabbimizin, biz kullarına neleri emredip neleri yasakladığının izahını yapar. Onun için tefsir çok mühim, mühim olduğu kadar da mes'ûliyetlidir. Dolayısıyla böyle hassas bir iş ancak müfessirlerle/tefsirden anlayan kimselere havale edilmeli, böyle bir işi yüklenenler de ancak tefsir yapabilecek ilme sahip olmalıdırlar.
Bu çerçeve içinde Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ismi geçen kişilere hazırlattığı 5 ciltlik KUR'AN YOLU Türkçe Meal ve Tefsir isimli eserine baktığımızda şunu görüyoruz:
Eseri kaleme alan dört zattan hiçbiri tefsir profesörü değil. Yani ihtisası tefsir olmayanlara tefsir hazırlama vazifesi verilmiş, onlar da bu eseri 300.000 dolara hazırlamak üzere kabul etmişler.
Bu tıpkı, nasıl olsa o da doktordur diye bir cildiye doktoruna göz ameliyatı vazifesi vermek gibi. Ona böyle bir vazife veriliyor, o da bu benim işim değil demiyor. "Eh neyse..." kabilinden kabul ediveriyor.
Netice ne olur? Aşağıda okuyacağınız gibi "Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder" olur.
İlk cildi elimize alıyoruz. Tefsir niyetiyle okumaya başlıyoruz. Aman Allâh'ım! Tefsir değil sanki Kitab-ı Mukaddes'i, İncil ve Tevrat'ı tanıtma kitabı. "Kitab-ı Mukaddes'te şöyle deniyor, Kitab-ı Mukaddes'te böyle deniyor" diye, sadece Bakara suresinde tam 50 yerde Kitab-ı Mukaddes'e atıf yapılmış.
Eğer adına açıklama diyeceksek, bunu da şöyle açıklıyorlar:
"İslâmi inançlarla ve ilkelerle çelişmeyen ek bilgiler vermek maksadıyla Kitab-ı Mukaddes'ten de bilgiler aktardık." (Cild 1, XLIII)
Tahrif edilip Allâh'ın gönderdiği orijinal halini kaybetmiş olan bir kitabın verdiği bilgiye ne kadar güvenilir ki, okuyuculara ek bilgi vermek için Kitab-ı Mukaddes'ten yığınla bilgiler aktarıyorsunuz?
Allâh kelamı olmaktan çıkan bir kitabın, insanlar tarafından yazılan kitaplarla ne farkı kalır? Eğer, maksadınız söylediğiniz gibi "İslâmî inançlarla ve ilkelerle çelişmeyen ek bilgiler vermek" idiyse niçin sadece Kitab-ı Mukaddes'ten bilgiler aktardınız da -meselâ- doğu dinlerine ait bilgiler aktarmadınız? Muharref Tevrat ve İncillerin rüchaniyeti ne? Niçin sadece İncil ve Tevrat? Bunun bir sebebi olmalı. Ve ne?
Yazarlar heyeti aktardıkları bu bilgilerle yetinmeyip ayrıca "daha geniş bilgi için Tevrat'ın falan falan yerine bakın" diyerek okuyucuyu bir de Tevrat'a yönlendiriyor.
Neyse, Kitab-ı Mukaddes'ten aktardıkları bilgilerin, söyledikleri gibi İslâmi inançlarla çelişip çelişmediğine bakalım. Aktardıkları bilgilerden biri şöyle:

"Tevrat'ta, Yakub peygamberin Tanrı ile güreşip O'nu yendiği, bu sebeple Tanrı'nın ona İsrail adını verdiği bildirilir." (Birinci baskı, Cild 1, s: 50)

Eeee?.. Hani İslâmî inançlarla çelişmeyen bilgiler verecektiniz? Yakub peygamberin -hâşâ- tanrı ile güreşip O'nu yendiği İslâmi inançla bağdaşıyor mu? Bu inanç, İslâm'a göre insanı gömgök gâvur yapmaz mı?
Hadi bu bilgiyi verdiniz, peki sözümona tefsirinizde niçin buna dair gerekli bir izahta bulunmadınız?
Değerli okuyucular, yazarlar heyeti tarafından kaleme alınan Önsöz'de şu bilgiler veriliyor:
"Bildiğimiz kadarıyla İslâm dünyasında bir heyet tarafından yazılmış ve tamamlanmış Kur'an-ı Kerim tefsiri bulunmamaktadır. Bu açıdan bizim çalışmamızda bir ilkin gerçekleştiği söylenebilir. Ayrıca, Kur'an Yolu'nun, Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından okunup tenkit süzgecinden geçirilmesi de esere yararlı katkılar sağlamıştır."
Aman Allâh'ım! Demek bu eser bir de Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından okunup tenkit süzgecinden geçirilmiş. İyi ki Kurul tarafından okunmuş. Ya okunmasaydı kimbilir nasıl olacaktı?
Değerli okuyucular! Bu 5 ciltlik eserde öyle veballer işlenmiş ki, yazmakla bitecek gibi değil. Bunlardan bir misal: Şiilerde ve tabii ki İran'da, Mut'a nikahı diye bir nikâh var. Bu nikâh şöyle oluyor:
Bir kadınla bir erkek, şahit falan da olmadan belli bir para karşılığında belli bir süre için anlaşıp karı-koca hayatı yaşıyorlar. Anlaşılan süre bitince nikâh da sona eriyor...
Mut'a nikâhı işte böyle bir şey. Bu nikâh, ehl-i sünnete göre geçersiz olup yapanlar zina yapmış olurlar. 14 asırdır, hiçbir ehl-i sünnet âlimi de bunun câiz olduğunu söylememiş/yazmamıştır. Gelin görün ki, KUR'AN YOLU tefsiri bunun câiz olduğunu yazıyor. (1. baskı, Nisâ, 24. âyetin tefsirinin son paragrafı.)

Türkiye'de Türkçe olarak yayınlanmaya başlayan Newsweek dergisi, bu haftaki sayısında bu tefsirin Mut'a meselesi hakkındaki tavrını ele alıyor. Dergide, tefsir yazarlarının Mut'a konusunda birbirini tutmayan ibretlik sözleri mevcut. Ne deyip ne demeyeceklerine bile hâlâ karar verebilmiş değiller. Acı, çok acı...

7 Aralık 2008 Pazar

Allah Sevgisinin İspatı: Kurban ve Teslimiyet


İbrahim Aleyhisselam, Allah için biricik evladını kurban etti. Hiç itiraz etmeden “Neden, Niçin?” demeden, Allah’a mutlak bir itaat ve teslimiyet göstererek… Yeryüzü, tarih boyunca böyle bir imtihan tablosu görmemiş. Melekler bile hayrete düşüyor. Babası İlâhî emri yerine getirmek için yavrusunu yatırmış, çocuk ise kendisini tamamen teslim etmiş. Buradaki asıl maksat Hz. İsmail’in kesilmesi değil, Hz. İbrahim’in kalbindeki Allah sevgisine ortak olan, İlâhî sevgiye karışan evlat sevgisini kesmekti. İbrahim Aleyhisselam, bıçağı oğlunun boğazına sürünce, gönlündeki evlat sevgisini kesmiş ve orada yalnızca Allah sevgisi olduğunu ispatlamıştı.


Kurban Bayramı gelince her birerlerimiz İbrahim ve İsmail Aleyhisselam’ı mutlaka hatırlarız. Allah-u Tealâ’ya karşı gösterdikleri o büyük teslimiyeti ve bunun karşılığı olarak da Mevlâ’nın kendilerine koç ihsan etmesini takdir ve hayranlıkla yâd ederiz.
Bütün dünya Müslümanları olarak kurban bayramı günlerinde, Allah’ın rızasını kazanmak ve O’na yaklaşmak için kurban keser, bu dini vecibemizi yerine getiririz. Böylece, baba-oğul bu iki Peygamberin asırlar önce başarıyla verdikleri imtihanın heyecan ve sevincini tekrar yaşarız.
İbrahim Aleyhisselam, Allah için biricik evladını kurban etti. Bu büyük bir imtihandı ve imtihanların en zoruydu. Bundan önce de zor imtihanlara tâbi tutulmuştu. Malını Allah yolunda sebil edip tüm servetini gözden çıkarmış, Nemrut’un ateşine gözünü kırpmadan atlayıp canını seve seve feda etmişti. Elbette bunlar da zor imtihanlardı fakat bu seferki hepsinden çok daha zordu. Çünkü çok sevdiği yavrusu, ciğerparesi evladını bizzat kendi eliyle Allah için kurban edecekti…
İnsanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bu imtihan tablosunu, Allah’a karşı müthiş bir teslimiyetin ve sadakatin ispatı olan bu ibret vesikasını, ayeti kerimelerin ışığında kısaca gözden geçirelim:
Rivayet edilir ki; İbrahim Aleyhisselam hicretten sonra kavminden ve akrabasından uzak kalmıştı. Bu durum Onun için bir nevi uzlet gibi oldu. Tamamıyla Rabbine yönelip vakitlerini ibadetle geçirmeye başladı. Bu arada “Rabbim, Bana salihlerden olacak bir evlat ver” (Saffat: 100) diye, hayırlı bir evlat için dua ediyordu. Bunun için nezirde bulundu. Şayet bir erkek evladı olursa, onu Allah için kurban edecekti. Mevlâ Tealâ böylesine büyük bir arzuyla dua eden Halil’inin duasını kabul buyurdu ve O’nu bir evlatla müjdeledi. “Biz de O’nu yumuşak huylu bir oğul ile müjdeledik” (Saffat: 101) Çok geçmeden İbrahim Aleyhisselam’ın, Hacer anamızdan nur topu gibi bir evladı oldu ve Hz. İsmail dünyaya geldi.

Rüyada Gelen Kurban Emri
Bir zaman sonra, İbrahim Aleyhisselam aldığı İlâhî bir emir sebebiyle, Hacer anamızı ve oğlu Hz. İsmail’i Mekke’ye götürüp, bu günkü Beytullah’ın olduğu yere bıraktı. Ve onlar bundan böyle orada, Mevlâ’nın korumasında hayatlarına devam ettiler. Tabii İbrahim Aleyhisselam da her sene Mekke’ye gidip onları ziyaret ediyordu. Aradan seneler geçti ve böylece İsmail Aleyhisselam serpildi, büyüdü ve yürüme çağına geldi.
İbrahim Aleyhisselam, âdet üzre onları ziyarete gitmişti. Mina’da (Mekke’de Harem bölgesine dahil olan ve bu gün Huccacı Kiramın kurban kestikleri yerde) istirahat için uyuduğu sırada, rüyasında: “Ey İbrahim! Nezrini yerine getir. Allah’ın emrine binaen oğlunu kurban et!” diye bir nida işitti. Uykudan uyanınca, bunun Rahmanî olup olmaması hususunda şüpheye düştü.
Bu rüya hususunda Fahri Razi, Hazîn ve Kâdi Beydavi buyuruyorlar ki: “İbrahim Aleyhisselam bu rüyayı arefe gününden bir gün evvel gördü. Fakat bu rüya ‘Rahmanî mi yoksa şeytani mi?’ diye tereddüt ettiği için bu güne (Zilhicce ayının sekizinci gününe) “Terviye günü” denir.” Terviye “şek, şüphe”mânasına gelir.
İbrahim Aleyhisselam arefe günü tekrar aynı rüyayı görüp aynı hitabı işitince, bu rüyanın Rahmanî olduğunu anladı. Bu sebeple o güne de “Bildi” manasına gelen “Arefe” dendi. Yani rüyanın Rahmanî olduğunu bildi.
Mesele anlaşılmıştı. Fakat bu emir ne zaman yerine getirilecekti?
Üçüncü gün yine aynı rüyayı görünce, İlâhî emrin o gün yerine getirileceği anlaşılmış oldu. Bu güne de “Nahr” günü (Kurban Bayramı günü) denildi.

Devreye Giren Şeytanın Vesveseleri
İşte o gün İbrahim Aleyhisselam hanımına dedi ki:
- Ben Rabbime ibâdet için evden çıkacağım, yanımda oğlumu da götürmek istiyorum. O’nu güzelce yıka, hoş kokular sür ve en güzel elbiselerini giydir!
Bunun üzerine annesi oğlunu hazırladı ve baba-oğul evden çıktılar. Yolda giderlerken şeytan bir ihtiyar suretinde İbrahim Aleyhisselam’ın yanına gelip: - Bu konuda acele etme! Belki Allah Seni bu işten muaf tutar. Hem oğlunun şu boyuna, posuna, endamına ve güzelliğine baksana; hiç böyle bir evlada kıyılır mı? dedi. Hz. İbrahim: - Ey mel’un, defol! Bu Bana Rabbimin emridir. Şayet yüz bin oğlum olsa hepsini Allah için seve seve kurban ederim! diyerek şeytanı kovdu.
Şeytan, İbrahim Aleyhisselam’dan ümidini kesince bu sefer İsmail Aleyhisselam’a yanaştı:
- Senin neşen yerinde ama boşuna sevinme! Çünkü baban seni kesmeye götürüyor, dedi. İsmail Aleyhisselam ise:
- Bir baba evladını hiç keser mi, hem niçin kessin ki? diye cevap verdi. Şeytan:
- Çünkü bunu O’na Rabbi emretti... Şeytan, henüz çocuk yaşta olan İsmail Aleyhisselam’ı kandırmak maksadıyla böyle söylemişti. Evet, o çocuktu; ama Peygamber olacak çocuk… Öyle bir cevap verdi ki; şeytan bunu dediğini de diyeceğini de pişman oldu.
- Bre melun! Eğer bu Rabbimin emriyse, o zaman sana ne oluyor?! Rabbimin emri başım üstüne, dedi ve şeytanı kovdu. Ardından da onu taşlayıp sol gözünü kör etti. Şeytan aleyhillane üzüntüyle oradan kaçtı. Sonra Hacer anamızın yanına geldi. Ve son bir gayretle onu kandırmaya uğraştı ama muvaffak olamadı.
Böylece baba-oğul beraberce yollarına devam ettiler… Biraz sonra yeryüzü, insanlık tarihinde eşi ve benzeri görülmemiş çapta büyük ve muazzam bir olaya şahit olacaktı. Mevlâ Tealâ bu ibret tablosunu, bir imtisâl örneği olarak bizlere şöyle sunuyor: “Vaktâ ki çocuk babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: (Hz. İbrahim) ‘Yavrucuğum! Rüyamda seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün ne dersin?’ dedi. O da cevaben: ‘Ey Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.” (Saffat:102) Ayet-i Kerimeyi tahlil edecek olursak, bu iki büyük insanın ruh hallerini çok iyi anlamış oluruz. Demek ki, İbrahim Aleyhisselam bu zor emrin ağırlığı sebebiyle, acı içinde dehşete düşmemiş veya bu işten bir an önce kurtulmak telaşıyla infiale kapılmamış. Ya da bir punduna getirip, oğlunu kandırarak emri bir an önce infaz etmeye de çalışmamış. Oğluna seslenişinden bu açıkça anlaşılıyor. Söze “Ya Büneyye!” (Ey Oğulcuğum) diye başlıyor ve İlâhî emri kendisine bildiriyor. Öyle panik ve dehşet havası içinde değil, sükûnetle ve sevgiyle…
Evet, bu emri yerine getirmek gerçekten çok zor. Hatta evladının hayatına son vermesini istemekten daha zor. Veya oğlunu, geri dönmeyeceğini bildiğin bir savaşa gönderirsin; bu iş böyle de değil... Çünkü oğlunu boğazlama işini bizzat kendisi yapacak; sırf Allah emretti diye! Hiç itiraz etmeden “neden, niçin?” demeden, Allah’a mutlak bir itaat ve teslimiyet gösteriyor İbrahim Aleyhisselam. İşte İman! İşte itaat! İşte teslimiyet! Ve Halilullah makamı...

Hz. İsmail’in Teslimiyeti
Gelelim henüz çocuk yaştaki İsmail Aleyhisselam’a. Hakkındaki Ilâhî emri duyunca acaba ne diyecek? Hangi ruh haline bürünüp babasına nasıl tepki gösterecek?..
Şimdi O da babasının daha önce yükseldiği ufuklara yükseliyor ve diyor ki: “Ey Babacığım! Ne ile emrolunduysan yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” (Saffat:102) sözüne “Ey Babacığım!” diyerek, sevgi ve hürmet dolu bir ifadeyle başlıyor. Hakkında verilen boğazlanma kararını duymak, hem de bu işin babası tarafından yapılacak olması demek onu üzmemiş, babasına olan sevgisini azaltmamış. Çünkü insan ister istemez ürperebilir, hatta o anda insanın akli muvazenesi dahi bozulabilir. Ama böyle bir durumda bile babasına karşı edep ve terbiyesini bozmuyor. Sadece babasına karşı değil, Mevlâ’ya karşı da edebini muhafaza ediyor ve: “Allah dilerse, beni sabredenlerden bulacaksın.” diyor. Bu sözde büyük incelikler var. Öncelikle kendi tahammül gücünün sınır ve hududunu bilmek var öyle kuru bir kahramanlık taslamıyor. Kendi nefsine pay ayırıp “Ben şöyleyim, ben böyleyim. Allah yolunda can veririm, kan dökerim!” şeklinde, pehlivan edasıyla şecaat arz etmiyor. Hâlbuki Allah için boğazlanmayı gönül rızasıyla kabul etmiş, bundan ötesi var mı? Ama buna rağmen, bütün keremi ve üstünlüğü Allah’a havale ederek “Allah dilerse, beni sabredenlerden bulacaksın.” diyor.
Karşılıklı konuşma faslı bitince sıra geliyor tatbikâta... Az sonra, cihan tarihinin bu eşsiz imtihan tablosu, insanoğlunun alıştığının dışında zuhur edecek. “Böylece ikisi de Allah’a teslimiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca” (Saffat: 103).
Rıza, itaat ve teslimiyet…

Böyle İmtihan Görülmedi
Yeryüzü, tarih boyunca böyle bir imtihan tablosu görmemiş. Melekler bile hayrete düşüyor. Babası ilâhî emri yerine getirmek için yavrusunu yatırmış, çocuk ise kendisini tamamen teslim etmiş. Burada yapılan şey bir cesaret gösterisi filan, kahramanlık ve bahadırlık hiç değil! Bir mücahit meydana atılır, vurur veya vurulur. Bir asker cepheye gider, sağ dönmeyeceği ihtimalini de göz önüne alarak savaşır. Fakat bunlarla o iki dev şahsiyetin yaptığı şey çok farklı.
Ve İbrahim Aleyhisselam bıçağı oğlunun boğazına sürdü, fakat bıçak kesmedi. Tekrar denedi yine olmadı. Bunun üzerine elindeki bıçağı hemen yanı başındaki kayaya sürünce, o koskocaman kaya ikiye bölündü. Kayayı kesen bıçak, yumuşacık bir teni kesmemişti. İbrahim Aleyhisselam bıçağa sitem etti:
- Ey bıçak! Beni Rabbime asi mi edeceksin, niçin kesmiyorsun? Bıçak dile geldi:
- Halil diyor kes! Celil diyor kesme! Ben de Celil olan Allah’ı dinliyorum. İbrahim Aleyhisselam bu sırada alnında biriken terleri silerken, yıllarca önce ateşin kendisini yakmadığını hatırladı. O zaman ateşe “Yakma!” emrini veren Allah-u Tealâ, bugün de bıçağa: “Kesme!” emrini vermişti.
Böylece Emir yerine gelmiş ve imtihan kazanılmıştı. Bu iki büyük insan, Allah’a olan teslimiyetlerini apaçık bir şekilde ispatlamış oldular. Geriye ne kaldı? Bedenin elemlenmesi ve cismin boğazlanıp kanın akıtılması…
Bunu da bir hayvanın boğazlanışı telâfi ederdi. İşte o esnada Cebrail Aleyhisselam elinde büyük bir koçla göründü. “Doğrusu bu apaçık ve kat’i bir imtihandı. O’na fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik” (Saffat:106-107).

Kurban Bayramı’ndaki Tekbirlerin Sebebi
Cebrail Aleyhisselam gökten inerken yüksek sesle:“Âllâhü Ekber! Âllâhü Ekber!” diyerek tekbir getirdi. İbrahim Aleyhisselam başını kaldırıp bu manzarayı görünce: “Lâ ilâhe illallâhü vellâhü ekber!”diyerek karşılık verdi. Boynuna bıçağın inmesini bekleyen İsmail Aleyhisselam, tekbir ve tehlili duyunca meseleyi anladı. Demek imtihan kazanılmış ve Mevla Teâla canını bağışlamıştı. O da: “Âllâhü Ekber velillâhil hamd!” diyerek, Mevlâya hamd etti. İşte tekbir budur. Bu sebeple, Kurban Bayramı günlerinde farz namazlarından sonra yirmi üç vakit “Tekbir” getirilir.
Aslında burada asıl maksat Hz. İsmail’in kesilmesi değil, Hz. İbrahim’in kalbindeki Allah sevgisine ortak olan, ilâhî sevgiye karışan evlat sevgisini kesmekti. İbrahim Aleyhisselam bıçağı oğlunun boğazına sürünce, gönlündeki evlat sevgisini kesmiş ve orada yalnızca Allah sevgisi olduğunu ispatlamıştı. Mevla Teâla kullarından, kulluk ve teslimiyetten başka bir şey istemiyor. Bunun ispatı için de bizleri imtihan ediyor. Yoksa Allahu Teâla kullarını cezalandırmak için imtihan etmez.
Kanların boşuna akmasına, canların heder edilmesine asla rıza göstermez. Fakat kulundan da öyle bir teslimiyet ve itaat istiyor ki; gerektiğinde malını, gerektiğinde evladını, hatta canını bile Kendi yolunda fedâ edip, kurban edebilmeli...
Bizler de inşallah kurbanlarımızı keserken şöyle niyet edelim; “Ya Rabbi! Şayet bizlere ‘Evladını kes’ diye emretseydin keserdik. ‘Canını ver’ deseydin onu da verirdik. Fakat ‘Kurban kes’ buyurdun. İşte kesiyoruz kabul eyle…” Bu vesileyle bütün okurlarımızın Kurban Bayramını şimdiden tebrik eder, keseceğimiz kurbanların Kendisine yaklaşmamıza vesile olmasını Yüce Rabbimden niyaz ederim.
Fi Emanillah!..

2 Aralık 2008 Salı

“Ahde Vefa Kalmamış” Dedirtmem







Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh) hilâfeti döneminde, Ashâb-ı Kirâm ile beraber oturuyorlarken, karşıdan üç kişinin gelmekte olduğunu gördüler. Bu kimseler, bir genci yakalayıp ellerinden sıkıca kavramışlar ve çeke çeke getiriyorlar. Belli ki onu Halifeye şikayet edecekler.
Gelip Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh)’ın huzurunda durdular. Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh) sordu:
- Söyleyin bakalım derdiniz nedir? Bu delikanlının ne suçu var da, böyle sıkıca tutup getirdiniz? Onlardan biri meseleyi arzetti:
- Ya Emir’el-Mü’minin! Bu genç babamızı öldürdü. Cezası neyse tatbik edilmesini istiyoruz. Adalet Güneşi Hazreti Ömer (Radıyallâhü Anh) o gence dönüp sordu:
- Bunların dediklerini duydun. Söylenenler doğru mu? O genç söylenenlere itiraz etmedi. Bunların doğru söylediklerini, ancak kendisinin de bazı söyleyecekleri olduğunu belirtip, izin aldı ve konuşmaya başladı:
- Ya Emir’el-Mü’minin! Ben buralı değilim. Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in: “Benim kabrimi ziyaret eden Beni ziyaret etmiş gibidir.” buyurduğu üzere, bu mübarek beldeye Efendimizin Kabri Şerifini ziyaret için geldim. Medine civarına geldiğimde abdest tazelemem icabetti. Atımdan indim ve bir hurmalık yakınında abdest almakla meşgul olurken, baktım ki atım hurma dallarına uzanmış, yemeye çalışıyor. Fakat ağacın dallarını kırıp zarar verdiği için, buna mani olayım diye atıma doğru koştum. İşte o anda karşıdan yaşlı bir adam bana doğru bağırarak geldi. İyice yaklaştı ve hiçbir şey sormadan elindeki taşla atıma hızla vurdu. Takdiri İlâhî bu darbeyle at düşüp öldü. Bu yaşlı adam durup dururken bir hiç uğruna atımı öldürünce dayanamadım, ben de onun ata vurduğu taşı alıp ona fırlattım. Takdiri İlâhî o yaşlı adamcağızında eceli gelmiş olacak ki, o da öldü. Bu duruma çok üzüldüm, bir öfke nelere mâlolmuştu. Vicdan azabıyla gayrete gelip, hemen yaşlı adamın kim olduğunu araştırdım. Ailesini bulup, uygun bir dille meseleyi anlattım. İşte durum bundan ibarettir.
Şayet kaçmak isteseydim, o zaman kolayca kaçardım. Ama ben Allah’a ve âhiret gününe inanmış bir kimseyim. Cezam ne ise onu dünyada çekmeye razıyım. İlâhi Adalet ne ise tatbik edilsin ve hak yerini bulsun, ben bundan gocunmam.
Gencin bu tavrı, Sahâbe-i Kirâm’ı da etkilemişti. Ama hüküm neyse tatbik edilecekti. Babaları ölen gençler diyet almaya râzı olmuyorlar ve kısas yapılmasını istiyorlardı. Karar verildi. Kısas yapılacak ve o genç idam edilecekti. O genç de, bu hüküm karşısında hiç itiraz etmedi, telaşlanıp paniğe kapılmadı ve gayet soğukkanlı bir şekilde hükme rıza gösterdi. Yalnız bir ricası vardı. Söz isteyip dedi ki:
- Bu hükme hiçbir itirazım yok ve olamaz da... Şeriatın kestiği parmak acımaz. Fakat sizden bir ricam olacak, bunu kabul edip etmemek sizin bileceğiniz bir şey. Ricam şu ki: Bakımıyla ilgilendiğim bir yetim var. Onun bana teslim edilmiş olan altınlarını bahçemde bir yere gömdüm. Bu altınlar o yetimin geleceği... Yerini de benden başka kimse bilmiyor. Eğer bana üç gün müsaade ederseniz. Bu meseleyi halleder ve gelirim. Böylece hem o yetim yavru mahrum olmamış olur, hem de ben rûzi cezada mesul olmaktan kurtulurum. Orada olanlardan bazıları dediler ki:
- Şu anda sana müsaade edemeyiz. Çünkü sen suçlusun ve cezan infaz edilecek...
Ayrıca, ya kaçar ve gelmezsen?
- Kaçmayacağıma dair yemin ederim. Hem kaçmak isteseydim, daha evvel rahat bir şekilde kaçabileceğimi söylemiştim.
- Seni serbest bırakamayız. Ancak yerine kefil bırakırsan bu mümkün olur.
Genç, oranın yabancısıydı. Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) in Kabri Şerifini ziyarete gelmişti. Bu civarda kimseyi tanımıyordu ki kefil bıraksın. Son çare olarak, orada bulunan Sahâbe-i Kirâm’a tek tek baktı. Acaba kendisine kefil olan çıkar mıydı? Tekrar gözden geçirdi, kalbinin sesine kulak verdi ve Ebu Zerr’il-Gıfârî (Radıyallâhü Anh)ı göstererek:
- Bu zat bana kefil olur, dedi.
Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh):
- Ya Eba Zerr! Ne diyorsun kefil olmayı kabul ediyor musun? diye sorunca, Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh) cevap verdi:
- Bu delikanlının üç güne kadar dönüp teslim olacağına inanıyor ve ona kefil oluyorum!
Bunun üzerine genci serbest bıraktılar. O da, üç gün içinde işlerini halledip gelmek üzere, oradan ayrıldı. Böylece aradan iki gün geçti ve üçüncü gün oldu, ama ortalarda ne gelen vardı ne de giden... Ölen adamın çocukları Ebu Zerr’il-Gıfârî hazretlerine sitem ederek: “Ya Eba Zerr! kefil olduğun adam hâlâ gelmedi. Kim olduğunu bilmediğin bir kimseye niçin kefil oldun. Adam ölümden kurtuldu, bir daha geri gelir mi?” diyorlardı. Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh) ise:
- Durun bakalım daha üç gün dolmadı. Eğer vakit dolar, genç de geri gelmezse, o zaman şeriatın emri neyse bana tatbik edersiniz. Çünkü ben ona kefil oldum ve sözümdeyim.
Ashâb-ı Kirâmı bir üzüntü kaplamıştı. Zira o genç gerçekten de gelmeyecek olursa, kefil olduğu için kısas, Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh)a yapılacaktı.
Vakit bir hayli ilerlemiş, gün batmaya az kalmıştı. Bu arada Ashâb-ı Kirâm, babası öldürülen davacılara diyet teklifinde bulundular. Çünkü koskoca Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh)’ın idam edilmesini asla istemiyorlardı. Fakat onlar da “katili elimizle getirmişken ve hüküm infaz edilecekken, niçin kefil oldu” diye Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh)a kızıyorlar ve babamızın kanı kesinlikle yerde kalmamalı” diye diretiyorlardı.
Medine bu olayla çalkalanıyordu. Herkes üzüntü içindeydi. Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh)’ın infaz edilmemesi için acaba ne yapmak gerekiyordu...
Kimileri “ölen ölmüş, geri mi gelecek, diyeti kabul etseler ya” diyerek dâvâcılara kızarken, kimileri de söz verip de gelmeyen gence verip veriştiriyordu. Heyecan had safhaya varmış, herkes neticenin ne olacağını merak ediyor ama vakitler de hızla ilerliyordu, neredeyse gün battı batacaktı… İşte bu esnada Medine’nin girişinden bir adam olanca kuvvetiyle koşarak geliyordu. Her tarafı perişan, ter kan içinde gelen bu adam o gençten başkası değildi. Orada bulunanlardan birçoğu sevinç çığlığı attılar. Ölmek için koşarak gelen bir adama, belki de ilk defa böylesine seviniliyordu. O genç, hemen Halife-i Müminin Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh)’ın huzuruna çıktı ve teslim oldu:
- Kusura bakmayın. Çok daha erken gelemediğim için belki sizi endişelendirmiş olabilirim, fakat malûmunuz bir atım vardı, o da öldürüldü. Başka da binitim olmadığı için yayan gidip gelmek zorunda kaldım. Yetişemeyeceğim diye öyle korktum ki, o zaman bir kişinin ölümüne daha sebep olacaktım. Rabbime hamd olsun ki verdiğim sözde durdum. Ya Emir’el-Mü’minin! Artık hükmü infaz edebilirsin! Ben hazırım.

- Mü’min dediğin böyle olmalı, ucunda ölüm bile olsa sözünde durmalı.
O genç dedi ki:
- Evet mü’min olan sözünde durur, ahdine vefa gösterir. Ölümün vakti ise, ne ileri alınır ne de geri... Ondan kaçmakla kim kurtulmuş ki ben kurtulayım. Vakit dolmadıysa da Allah (Celle Celâlühü) nün verdiği canı kim alabilir. Geldiğime hayret mi ediyorsunuz? Ben “Dünyada ahde vefa kalmadı.” dedirtmem.
Ebu Zerr (Radıyallâhü Anh) ın tanımadığı bir adama canı pahasına kefil olması da hayret verici bir olaydı. Ona da, bu genci tanımadığı halde nasıl böyle bir kefilliği kabul ettiğini sorduklarında dedi ki:
- Evet bu genci tanımıyordum. Lâkin bu olay başta Mü’minlerin Halifesi ve bir çok Sahabinin huzurunda gerçekleşti. Çaresiz kalmış, samimi bir kimsenin işini görmek, üstelik bana güvendiği halde onu yüzüstü bırakmak doğru değil. Ben “Bu dünyada fazilet diye bir şey kalmamış” dedirtirmiyim?
Orada, gerçekten de çok duygusal bir ortam oluşmuştu. Tüm bu olaylar ve sözler gözlerinin önünde cereyan eden, ölen adamın çocukları da yumuşamışlar, duygulanmışlar ve kalpleri merhamete gelmişti. Zaten bu genç o taşı, babalarını öldürmek için atmamıştı. Fakat takdiri İlahi babaları ölmüştü. Bunun üzerine onlarda davalarından vazgeçerek kısas istemediklerini söylediler. Onlara bunun diyeti teklif edildi. Bu diyet Beytü’l-Maldan verilecekti. Ama onlar; bizde “dünyada insanlık kalmadı” dedirtmeyiz dediler ve Allah (Celle Celâlühü)nün rızası için dâvâlarından vazgeçtiler.
Bu muhteşem tablo, herkesi son derece duygulandırmıştı. Herkes üzüntüden kurtulmuş yerini târifi imkânsız bir sevince bırakmıştı. Helâllaştılar, kucaklaştılar. Böylece arkalarında insanlığa bir ibret levhası bıraktılar.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Haftanın Sohbeti

30 Kasım 2008 Pazar

“SİN” “ŞIN”A GİRİNCE KABRİM ZÂHİR OLU







Büyük velilerden biri olan, kalbi ilâhî hakîkatlerle dolu ve Mevlâ’nın ilhamıyla gelecekte meydana gelecek pek çok hadiseyi haber veren Şeyh-i Ekber Muhiddin İbn-i Arabî hazretleri, Endülüs’te doğdu ve bir süre daha orada kaldıktan sonra seyahate çıktı. Şam, Bağdat ve Mekke’ye giderek orada bulunan tanınmış âlim ve şeyhlerle görüştü.
Yaşadığı mânevî bir hâl ve makam gereği “Vahdeti vücut”’ nazariyesine kâil olan Muhiddin İbn-i Arabi hazretlerinin hatalı keşif ve beyanlarını, ikinci bin yılının müceddidi olan İmamı Rabbani hazretleri tashih etmiş ve doğrularını izah etmiştir. (Allâh-ü Teâlâ ehlullahın cümlesinden razı olsun.)
Muhiddin İbn-i Arabî hazretleri, bir keresinde yüksek bir tepeye çıkıp ayağını yere vurarak “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır.” diye bağırmaya başladı. Bunun üzerine oraya toplanan halk ve o beldenin eşrafından olan kimseler, maalesef bu sözün ne manaya geldiğini anlayamadılar. Kelâmın zâhirine bakarak, bunun küfrü gerektiren bir söz olduğuna hükmettiler.

Şöyle ki; bizim taptığımız Allah’tır. Muhiddin Arabî’de: “Sizin taptığınız ayağımın altındadır.” dediğine göre, -hâşâ- “İlâhınız ayağımın altındadır.” demek istediğini zannettiler ve idam edilmesine karar verdiler.
Meselenin gerçek mahiyetini bilmeyen Şam halkı, onun aleyhinde yayılan söylentilerin ve hakkında verilen idam kararının etkisinde kaldıklarından, ayrıca onun mânevî büyüklüğünü de idrak edemediklerinden dolayı, onun kabrinin bile yerinin belli olmamasını ve unutulup gitmesini istediler. Ve onun nâşını kimsenin bilmediği bir yere defnettiler.
Muhiddin Arabî hazretleri daha bu olaylar olmadan evvel, henüz hayatta iken, Şam halkının kendisini anlayamadığını ve kabrinin ziyaret edilmemesi için yerini gizleyeceklerini keşfen bildi. Kendisinden yüzlerce sene sonra ortaya çıkacak olan pek çok olayı, keşif ve kerâmet yoluyla haber verdiği gibi, insanlar her ne kadar gizleseler de, bir gün kabrinin meydana çıkarılacağını haber verdi.
Bunu “Şeceret-ün-Nu’mâniyye fî Devlet-il-Osmâniyye” isimli eserinde şu meşhur sözlerle haber verdi: “İzâ dehale’s-Sîn, ile’ş-Şın. Zahara kabrî Muhiddîn.” Yani “Sin” “Şın”a girince, Muhiddin’in kabri meydana çıkar.
Ve gerçekten de onun mübarek nâşını defnettiler ve kabrini herkesten gizlediler. Dolayısıyla kabrini pek bilen olmadığı için, ziyaret etmek isteyenlerde maalesef ziyaret edemediler.
Bu durum Osmanlı sultanlarından evliyaullahı çok seven Yavuz Sultan Selim Han zamanına kadar devam etti. Muhiddin Arabi hazretlerinden takriben üç asır sonra: “Padişahı âlem olmak bir kuru dâvâ imiş, Bir mürşide bende olmak her şeyden âlâ imiş” sözüyle, bir mürşide uymanın ehemmiyetini ve Allah dostlarının kıymetini en güzel biçimde ifade eden Yavuz Sultan Selim Han, Şam’ı fethederek Osmanlı topraklarına dahil etti. Ve Muhiddin Arabî hazretlerinin kabri şerifinin nerede olduğunu sordu. Evvelce tek tük bilenler varsa da, onlar da çoktan vefat etmişlerdi, berhayat olanlardan ise hiç kimse kabrinin yerini bilmiyordu. Sultan Selim Han, Muhiddin Arabî’nin “Şeceret-ün-Nu’mâniyye fî Devlet-il-Osmâ-niyye” isimli eserinde geçen “Sin, Şın’a girince, Muhiddîn’in kabri meydana çıkar.” sözüne binaen, ısrarla onun kabrini sorup soruşturdu, kabrin bulunması için araştırılmasını emir buyurdu. “En ufak bir iz veya bir işarete rastlansa, hemen bakılıp araştırılsın” diye ferman çıkarttı. Nihayet dağda koyun sürülerini otlatmakta olan bir çoban şöyle bir haber getirdi.
- Onun kabrinin nerede olduğunu bilmiyorum, lâkin dikkatimi çeken bir hususu sizlere haber vermek istedim. Devamlı koyunlarımı otlattığım merada bir yer var ki, sürüde bulunan o kadar hayvandan hiç birisi ne oradan ot yiyor, ne de oraya basıyorlar. Oranın otları her sene baharda kendi halinde büyüyor ve zamanı gelince de kuruyup gidiyor. Çobanın verdiği bu haber üzerine Sultan Selim Han derhal orayı kazdırdı. Biraz kazdıklarında ne görsünler, Muhiddin İbn-i Arabî hazretlerinin mübarek nâşı, sanki daha yeni defnedilmiş gibi taptaze, pırıl pırıl, hiç çürümeden olduğu gibi duruyor. Sultan Selim Han hemen O büyük velinin nâşını çıkarttırıp orayı temizletti, kabrin üzerine de güzel bir türbe yaptırdı. Ve o mübareği tekrar oraya defnettirdi. Bu türbenin yanına da bir câmi ve imâret yaptırdı, bundan böyle orayı herkesin ziyaretine açtı.
Böylece Muhiddin Arabî’nin asırlar öncesinden verdiği haber gerçekleşmiş “Sin” “Şın”a girince, Kabri meydana çıkmıştı. “Sin” den maksad Sultan Selim, “Şın”dan maksad Şam olduğu anlaşılmıştı.
Tabi asırlar önce vefat etmiş bir zâtın cesedinin çürümemesi, olduğu gibi taptaze kalması hiç şüphesiz onun büyük bir veli ve Allah dostlarından olduğuna delalet etmekteydi. Peki böylesine büyük bir Allah dostunun “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır” diyerek (Hâşâ) Allah’ı kastetmesi mümkün müydü? Dolayısıyla onun bu sözünü tevil etmek ve bu sözde bir hikmet aramak gerekiyordu.
Sultan Selim işte bu meseleyi de açığa çıkarmak için, Muhiddin İbn-i Arabî’nin bu sözü nerede söylediğini araştırdı. Nihayet o yeride buldurdu ve kazmalarını emretti. Başladılar Muhiddin Arabî hazretleri’nin ayağını vurduğu yeri kazmaya…
Bütün şehir halkı toplanmış merakla ne olacağına ve oradan ne çıkacağına bakıyordu. Kazı çalışması tamamlanınca bir de baktılar ki, kazılan yerden içi çil çil altın dolu büyük bir küp çıktı.
Böylece bu meselede anlaşılmış oldu. Demek ki Muhiddîn-i Arabî hazretleri; Şam’da kalbi para sevgisiyle dolu, yaptıkları her işi ve ameli Allah için değil, sırf menfaat ve çıkar için yapanlara, “Siz Allah’a tapıyoruz diyorsunuz, ama yaptığınızı Allah için değil para ve altın için yapıyorsunuz. Dolayısıyla Allah’a değil altına tapıyorsunuz. Sizin o taptığınızda benim ayağımın altındadır.” buyurarak, hem onlara vaaz etmiş, hem de hazinenin yerini işaret etmişti. Fakat o zaman maalesef Onu anlayamamışlardı.
Şeyhu’l-Ekber Muhiddin İbn-i Arabi hazretlerinin kabri Şam’da olup, dünyanın her tarafından gelen ziyaretçilerle dolup taşmaktadır.



28 Kasım 2008 Cuma

Zilhicce ayı için zikir ve dualar



selamun aleyküm

zilhicce ayının ilk 10 günlerini boş geçirmeyelim inşaallah
sohbet eskidir ama burdan zikirleri ve duları ezberlemeye gayret edelim inşaallah mevlam rahmetlerinden bolca nasiplenen kullarından eylesin inşaallahü’r-Rahmân


اللهc.c Emanet olun

Selametle

Gönül Bahçeniz



selamun aleyküm

yayın hayatına uzun zamandır devam eden bir radyo kanalı lalegül fm bilenler çoktur muhakkak ama genede sizinle paylaşmak istedim ilim sohbetleri ve hoş programlarıyla büyük küçük her gönüle girmeyi başardı.
sizlere dinlemenizi tavsiye ederim

yayınlanan sohbetlerden bazıları


GÖNÜL SOHBETLERİ

Ahmet Mahmut ÜNLÜ


MİLLİ VE MANEVİ DEĞERLERİMİZ

Mehmet TALÛ

HAFTANIN SOHBETİ

Metin BALKANLIOĞLU

GÖNÜLLERİN GÜLÜ

Ömer DÖNGELOĞLU


Link: Gönül Bahçeniz



الله c.c Emanet olun

Selametle


26 Kasım 2008 Çarşamba

Günahlar ve Sonuçları







Her bir günahın içinde küfre gidecek bir yol vardır. Günah; istiğfar ile hemen yok edilmezse, kalbi kötülüğe sürükler ve Allâh-ü Teâla’nın itaatinden çıkmış bir kalp hâline getirir.


Soru: Günah ne demektir, günah ve isyanın sonuçları nelerdir?
Cevab: Bismillâhirrahmânirrahim.
Allâh-ü Teâlâ’nın yasakladığı bir işi yapmaya günah denmektedir. Allâh-ü Teâlâ’yı tanımaya, kulluğa engel olan, Allâh-ü Teâlâ ile kulun arasına perde olan herşey günahtır. Günahlar, kebâir yani büyük ve sagâir yani küçük olmak üzere iki türlüdür. Genelde Kur’an-ı Kerim veya Sünnetle yasak olduğu belirtilen ve cezasından söz edilen suçlara büyük günah denmiştir. Allâh-ü Teâlâ’yı tanımaya engel olan ve yapılması hâlinde şer’î ceza gerektiren veya Allâh-ü Teâlâ ‘nın cehennem azâbıyla tehdit ettiği günâhlar kebâirdir. Dünyada cezayı, ahirette de azâbı gerektirmeyen küçük suçlar da sagâirdir. Ancak buradaki büyüklük, kendinden küçük olanına yol açma anlamında değildir. Bir günahın büyük veya küçük diye anılması, kul açısından küçüğüne karşı gevşeklik hakkı doğurmamaktadır. Kimi durumlarda küçük günahlarda ısrar etmek de büyük bir günah olarak görülmüştür. Yani devamlı işlendiğinde küçük günâh, küçük olmaktan çıkar. Nitekim Abdullah b. Abbas (radıyllâhü anhümâ)’dan rivâyete göre Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi Vesellem): “Israr etmekle beraber küçük günah kalmaz, yani küçük günahlar ısrarla işlenmeye devam edilirse, onlar da büyük günah olur. Tevbe ve istiğfar etmekle de büyük günah kalmaz, yani affedilir.” buyurdu.1
Küçük de olsa günahlarda ısrar etmek, hakkın aynası olmak için yaratılan, iman yeri olan kalbi karartır. Günah kalbe işleyip onu karartarak iman nurunu oradan çıkarıncaya kadar katılaştırır. Her bir günahın içinde küfre gidecek bir yol vardır. Günah istiğfar tövbe ile hemen yok edilmezse, kalbi kötülüğe sürükler ve Allâh-ü Teâlâ’nın itaatinden çıkmış bir kalp haline getirir. Bu bakımdan: “Günâhın küçüklüğüne-büyüklüğüne bakma, kime karşı suç işlediğine bak!”
Nevvas b. Sem’an el-Ensarî (radıyllâhü anh) diyor ki: Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi Vesellem)’e, iyilik ve günah hakkında sordum. Şöyle buyurdular: “İyilik, ahlâk güzelliğidir. Günah ise, kalbinde gıcık yapan, içini rahatsız eden ve insanların muttali, yani haberdar olmasından hoşlanmadığın, istemediğin şeydir.”2 Vâbisa b. Ma’bed el-Esdî (r.a.) ya, Resûlullah (Sallallâhü Aleyhi Vesellem): “Birr, yani iyilik ve ism, yani günahı sormaya geldin, değil mi? buyurdu. Vâbisa: “Evet” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (Sallallâhü Aleyhi Vesellem) parmaklarını bir araya getirdi, onunla göğsüne vurdu ve üç kere: “Ey Vâbisa! Nefsine danış, kalbine danış, buyurdu. Devamla da: Birr, (iyilik) Nefsin sükûnet bulduğu, yatıştığı ve kalbin mutmain olduğu şeydir. İsm, (günah) ise müftî olan insanlar sana fetva verseler bile, nefsinde gıcıklık yapan ve kalbinde tereddüt meydana getiren şeydir.” buyurdu.3 Evet, Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi Vesellem)’in, iyilik ve günahı tefsir edişindeki şümûle dikkat etmek gerekir.
Ebu Hureyre (radıyllâhü anh)’den rivayete göre, Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
- Yedi helâk ediciden sakının!
- Onlar nelerdir, Ya Resûlullah!
- Allâh’a şirk koşmak, sihir, Allâh-ü Teâlâ’nın öldürülmesini haram kıldığı bir canı haksız yere, şer’i bir hüküm olmaksızın öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, cihaddan kaçmak ve her şeyden habersiz namuslu mü’min bir kadına zina iftirasında bulunmak.”4
Kısacası: Her bir haram insanı helâka götürür ve ahiretini zararla sonuçlandırır. Şirk, sihir, cana kıymak, fâiz ve yetim malı yemek, cihaddan kaçmak bu günahların en başında gelenleridir. Kurallara uyulduğu müddetçe insanlar felâha ulaşabilir. İnsana zarar veren her şeyden uzak durmak gerekir. Bu yedi maddede sayılanlardan, zarar vermeleri ve helâka sürüklemeleri sebebiyle sakınılmak emredildiği gibi, zarar verme özelliği olan her şeyden kaçınmak gerekir. Sünnetin bir hayat sistemi olduğunu unutmamak gerekir. Özellikle büyük olarak zikredilen günahların bir toplumda yaygınlaşması, o toplumda İslam’ın etki kaybına uğradığını gösterir. En az, farzların yerine getirilmesi kadar haramlardan kaçınılması da Müslümanlık göstergesidir. Hatta haramlardan kaçınmak, farzları yapmaktan daha önemli olup, farzları yapmaktan önce gelir. Önce haramlardan arınmak, haramlardan arınmış bir bünyede farzları eda etmek istenmektedir. Çünkü önce kalp günâhlardan temizlenir, sonra farzları yapmakla süslenir. Günâhlar ve haramlar dînî duyguyu helâk eder, zehirler. Ancak bu zehir, görünürde bal gibidir tatlı gelebilir fakat insanın manevî duygularını öldürür. Bir toplumda haramların işlenmesine karşı bir nevi otokontrol demek olan nehy-i anil-münkerin icrâ edilmemesi, duaların kabul edilmemesinden, âfetlerin çoğalmasına kadar bir yığın musibeti beraberinde getiren bir suç olarak gösterilmiştir. Huzeyfe b. Yeman (radıyllâhü anh)’dan rivayete göre Hz. Peygamber (Sallallâhü Aleyhi Vesellem) Efendimiz:
“Canımı, gücü ve kudretiyle elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz, ya da Allâh kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azab gönderir. Sonra Allâh’a yalvarıp duâ edersiniz ama, duânız kabul edilmez.”5 buyurdu.
Allâh-ü Teâlâ’nın yasaklarından bir yasağın alenî bir şekilde işlenmesi, oldukça ağır bir erime ve çürüme işaretidir. Haramlara cür’etin artması ve alenîleşmesi, iman zâfiyetinin derinleştiğine delâlettir. Bu nedenle büyük günahları işleyenlere ve küçük günahlarda süreklilik gösterenlere fâsık denmiştir. Müslüman şahsiyet olarak, her günahı kaçınılması gereken bir veba olarak görmek durumundayız. Özellikle medya yoluyla teşhir edilen, kimi zamanlarda da teşvik edilen haramlara karşı Müslümanların Allâh-ü Teâlâ’nın ve Peygamber Efendimizin ikazlarını hatırlatmaları, gerekiyorsa sivil toplum örgütleri yoluyla kötü gidişata, haramların yaygınlaşmasına set olmaları imanlarının gereğidir. Bunu yaparken eliyle gücü yetenin eliyle, diliyle gücü yetenin diliyle, hiçbir şeye gücü yetmeyenin de en azından kalbiyle tepki göstermesini bilmesi gerekmektedir.
Ebû Said el-Hudri (radıyllâhü anh)’den rivayete göre Peygamber Efendimiz: “Sizden her kim bir münker, (Kötülük, çirkin, dine aykırı bir iş) örürse, onu eliyle, fiilen değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle ve kalemiyle değiştirsin, kötülesin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle buğz etsin, düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın asgarîsi, en zayıf derecesidir.” buyurdu.6
Böyle bir görev fazîlet değildir. Bir îman görevidir. Sorumluluk taşımanın, cemâat ehli ve cennet tâlibi olmanın en tabii sonuçlarındandır. Müslümanların câmilerle ve minarelerle övünürken, câmilere komşu olmaya kadar varan yaygınlığı ile meyhâneleri ve diğer münkerât merkezlerini görmezden gelmeleri, mâkul bir gerekçeyle izah edilemez.
Haramlara karşı sessizliği, çağımızın bize aşıladığı bazı kavramlarla geçiştiremeyiz. Hak, hürriyet ve benzeri şehvetleri delirten parolalar, ilâhî azabtan kurtulmaya yeten deliller değildir. Haramların helallerden daha serbest ve daha cazip hale gelmesi, en iğrenç günahların bile hürriyet ve hak panoları ile gizlenmesi kabullenilemez. Eski ümmetlerin helak süreci olan bir sürece girmiş bulunuyoruz. Dini ve ahireti anlatma mevkiinde olanlar bile sessizliği tercih ederek, bu vahim gidişe dolaylı yolla da olsa destek olmaktadırlar. İslam toplumu bu olamaz. Allâh-ü Teâlâ’nın gazab ettiği ve en ağır azabı uygun gördüğü suçlar sağımızı solumuzu, elimizi ve beynimizi etkisi altına almışken biz, namazla ve hacla gönlümüzü oyalayamayız. Her azan haram, iki hakikati dillendirmiş olur: Birincisi: Allâh-ü Teâlâ’nın hükümlerinden bir hüküm unutulmuş veya görmezden gelinmiştir. Bu bir eksiklik, Müslümanlığımız adına üzüntü kaynağımızdır. İkincisi: Her işlenen haram, Allâh-ü Teâlâ’nın azabına doğru ilerleyen bir insan demektir. Bu bir kayıptır. Ateşe karşı Müslümanların kendilerini, âile efrâdını ve mümin kardeşlerini düşünüp kollamaları, kardeş olmanın en tabii gereklerindendir. Haramlara karşı bilinçli ve tepkili bir mümin olmak istiyoruz. Haramlardan ve harama sessiz kalma haramından Allâh-ü Teâlâ’ya sığınırız.
Günah ve İsyanın Sonuçları:
* İlimden yoksun kalmak: Zira ilim, günahkâra verilmez.
* Rızkın kesilmesi: Günahkârın rızkı harama gider, Allâh-ü Teâlâ’nın bereket ve ihsanı kalkar.
* Kalp ve rûhun bozulması: Fıtrata uygun hâl bozulur, hissizlik, vicdansızlık, korkusuzlukla tövbeden uzaklaşır. İç dünya kararır, kalp paslanır, hayâ duygusu ve ahlâk kalkar.
* İnsanlardan uzaklaşma: Nefsi ve en yakınlarıyla, toplumla yabancılaşan günahkâr, yalnız kalmaya mahkûm olur.
* Her günah iz bırakır: Günahların sonucu vücud, akıl ve diğer organlarda bir kötülük doğurur. Her günah bir başka günaha yol açar.
* Her günah, İslâm dışı gelmiş geçmiş bütün çirkin ulusların mîrâsıdır. Mesela; kibirlenmek Firavun’un; eşcinsellik Lût kavminin mirasıdır.
* Günah ve isyan, Allâh-ü Teâlâ’nın azabının hak olmasına yol açar. Bela ve musibet gelir. Günahın geçmişe, şimdiye ve gelecek kuşaklara zararı dokunur.
* Günahkârlar, meleklerin tövbe ve istiğfarlarından, Peygamber Efendimizin şefaatinden mahrum kalırlar. Günahlar insanların îmânını zayıflatır. Unutulmamalıdır ki her nîmet külfet karşılığıdır. Cennet ve Cemâlullâh’ı isteyenler nefse tatlı gelen günahlara girmemek için birtakım külfet ve zorluklara katlanmak ve Allâh-ü Teâlâ’ya sığınmak zorundadır. Müminler ihsan sırrı ile Rablerine, kendilerini görüyormuş gibi kulluk ederler. Sol omuzlarında günahlarını yazan bir meleğin olduğunun şuuru içinde hareket ederler. Güç yettiğince günahlardan sakınıldığında Allâh-ü Teâlâ küçük günahları affedecektir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız.”7


DİPNOTLAR
1 - Camiul-ulûm vel-Hikem, 1/179
2 - Müslim, Birr: 14, 15; Tirmizî, Zühd: 52; Darimî, Rikak: 73; Ahmed b. Hanbel, 4/182, 227, 228, 5/251, 252
3 - Darîmî, Buyu: 2.
4 - Buhârî, Vasaya:23; Müslim, İman:145
5 - Tirmizi, Fiten: 9, Ebû Davûd, Melâhim: 16, A. b. Hanbel, 5/388.
6 - Müslim, İman:78, Tirmizi, Fiten:11, Nesei, İman:17
7 - Nisâ sûresi:31

Elifba Oyunu

Flash Oyunlar

Elifba Oyunu

border=

_______________________________

Kur'an Her Zaman
































çok sevdigim ve devamlı takip ettigim bir yer olarak sizlerede tavsiye etmek istedim.

İçerik olarak aşağıda verilen konu başlıklarındaki doyurucu bilgiler haricinde 3 ayrı kıratta Kur’an-ı Kerim’i dinleyebiliyor, özel dinleme listesi oluşturabiliyor ve dinlediğiniz sureleri Feyzu’l Furkan Kur’an-ı Kerim mealinden görsel ve işitsel olarak da takip edebiliyorsunuz.
KUR'AN-I KERİM
  • Tarifi ve İsimleri
  • Kur'an'ın Tarihi
  • Kur'an'ın Tertibi
  • Kur'an'ın Mahiyeti
  • Kur'an'ın Muhtevası
  • İ'câzı ve Üslûbu
  • Açıklanması ve Yorumlanması
  • Kur'an İlimleri
  • Kur'an Tercümesi
  • Kur'anla İlgili Fıkhî Hükümler
  • Kur'an ve Kitab-ı Mukaddes
  • Edebiyat
  • Literatür
FEYZÜ'L FURKAN
  • Kur’ân-ı Kerim’e Dair Genel Bilgiler
  • Mushaf'a Nokta ve Hareke Konulması
  • Sure ve Ayet
  • Kuran'ın Kıraatleri
KAB Platformu
  • Kur'an'a Çeken Yollar
  • İnsan Kur'anla Niçin ve Nasıl Buluşmalı?
  • Kur'ân "Biz" e İndirildi
  • Kur'ân'ı Anlayarak Okumak Gerekir
  • Kur'ân Meali Okurken Dikkat Etmemiz Gereken Bazı Hususlar
  • Feyzü'l Furkan ve Açıklamalı Kur'an Meali'nin Muhteva Özellikleri

İşte Link
:

Kur'an Her Zaman



الله c.c Emanet olun

Selametle

Misvak kullanmanın diş sağlığı üzerine etkileri

Peygamber Efendimiz (sav), ağız temizliğine ve diş bakımına da çok önem vermişlerdir. Bunun için misvakla dişlerini fırçalamışlar, ümmetine bu konuda tavsiyelerde bulunmuşlardır.
Misvak sıcak bölgelerde yetişen "erak" ağacının kökleridir. Lifli bir yapısı vardır. Biraz ıslatılıp ezilince fırçamsı bir hal alır. Hem mekanik hem de kimyevî olarak pek çok faydaları vardır. Bunları Hadisi Şerifler ve bizzat Rasulûllah`ın uygulamaları ışığında madde madde açıklamaya çalışalım.

1. Misvak, ağız için temizlik, Allahu Teala`nın rızasına sebep ve gözlere de ciladır, (1)
2. Misvak ağız için temizliktir ve Aziz ve Celil olan Allah`ın rızasına sebeptir. (2)
3. Misvakta on hassa vardır: Ağzı tatyib eder, diş etlerim güçlendirir, göze cila verir, balgamı giderir, dişin çürümesini önler, sünnete uygun olur, melaikeyi sevindirir, Rabbi razı eder, hasenatı artırır, mideye sıhhat verir. (3)
4. Misvak kullanın. Zira misvak ağzı temizler ve Rabbin rızasını kazandırır. (4) Bu hadis-i şeriflerde misvakın faydaları zikrediliyor. Misvak kullanmak, ağız için temizlik ve hoşluk sebebidir. Fırçalanmayan dişler sararır, aralarında ve diplerinde gıda artıkları birikir. Bunlar ağız kokusuna ve diş çürümelerine sebep olurlar. Diş etlerinde iltihaplanmalar olur. Misvak kullanmakla dişlerin çürümesi ve diş etlerinin iltihaplanması önlenir. Misvakın gözlere canlılık vermesi ve balgam söktürücü etkisi kimyasal özellikleriyle ilgilidir.
Allah-u Teala güze! olan şeyleri, temiz olan şeyleri; peygamberinin tavsiyelerine uyulmasını sevdiği için, misvak kullanılmasından hoşnut olur. Melekler de temiz olan şeyleri severler ve kötü kokulardan rahatsız olurlar. Onun için on!ar da sevinirler.
5. Misvak, erkeğin fesahatini artırır. (5) Fesahat, güzel konuşmak demektir. Sesin oluşumunda dişlerin de fonksiyonu olduğu için, temiz ve bakımlı dişlerin sesin güzelleşmesine katkıda bulunacağına işaret ediliyor.
6. Niçin sararmış dişleriniz ile huzuruma giriyorsunuz? Misvak kullanınız! (6) Bu hadis-i şerifte ağız ve diş bakımı yapmayanlara bir azarlama var. Kendilerine zarar verdikleri gibi, çevredeki kimseleri de kötü görünüşleri ve ağız kokularıyla rahatsız edeceklerine işaret ediliyor.
7. Şu dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir: Sünnet olmak, koku sürünmek, misvak kullanmak, evlenmek. (7) Peygamberler insanlığın rehberleridir. Peygamber (sav) Efendimizden önceki peygamberlerin de ağız ve diş bakımına önem verdikleri, misvak kullandıkları ifade ediliyor.
8. Misvak ve cuma guslü her Müslüman için gereklidir. (8)

Buraya kadar misvakın lüzumu ifade edildikten sonra, bundan sonraki hadis-i şeriflerde Rasulûllahın uygulaması anlatılıyor:

1. Misvak kullanmadan uyumazlardı. (9)
2. Uyudukları zaman misvak başuçlarında bulunurdu. Uyandıkları zaman da ilk önce misvak kullanırlardı. (10)
3.Misvakı enlemesine kullanır, suyu emerek (süzerek) içerlerdi. Üç defa nefes alır ve derlerdi ki:
Bu türlü içmek daha iyi, hazmı daha kolay ve sıhhate daha uygundur. (11)
4. Aişe (Ra) şöyle demiştir: "Peygamber (sav) evine girdiği zaman ilk yaptığı iş, misvak ile dişlerini temizlemek olurdu" (12)
5. Ebu Musa (ra) şöyle dedi "Ben Peygamber`in huzuruna girdim, misvağın bir ucu dilinin üzerinde bulunuyordu." (13)
6. Rasulullah (sav) hiçbir namaza misvak kullanmadan çıkmazdı. (14)
7. Rasulullah (sav) geceleyin teheccüd namazı kılmak için kalktığı zaman ağzını (dişlerini) misvak ile ovalardı. (15)
8. Rasulullah (sav) geceleri iki rekatta bir selam vererek teheccüd namazı kılar ve her selam verişinde misvak kullanırdı. (16)
9. Abdullah ibni Abbas (ra), şöyle anlatmıştır: Bir gece Peygamber (sav) `in yanında kaldım. Peygamber gecenin sonuna doğru kalkıp dışarı çıktı, semaya baktı, sonra Al-i İmran süresinin şu ayetlerini okudu:
"Hakikat, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirleri ardınca gelişinde temiz akıl sahipleri için ibret verici deliller vardır. Onlar ayakta iken, oturur iken, yanları üstünde yatar iken hep Allah`ı hatırlayıp anarlar ve göklerin, yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler. Şöyle derler: Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen pak ve münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru."
Sonra eve döndü, misvaklandı ve abdest aldı. Sonra kalkıp namaz kıldı, sonra yattı. Sonra kalkıp tekrar dışarı çıktı ve semaya nazar etti. Yine bu ayetleri okudu. Sonra döndü, tekrar misvaklandı ve abdest aldı. Sonra kalkıp namaz kıldı. (17)

Resulullah (sav) Efendimizin misvakla ilgili emir ve tavsiyeleri şöyle:

1. Ümmetimi meşakkate düşürmüyor olsaydım, onlara her namazın önünde misvakı emrederdim. (18)
2. Ümmetime zorluk vermemiş olsaydım, her abdestte misvak kullanmalarım emrederdim. (19)
3. Oruç tuttuğunuzda sabahleyin misvak kullanın, lakin akşama doğru kullanmayın. Akşam üzeri iki dudağı kurumuş oruçlu bir kimse için misvak uygun olmaz. Zira o kurumuş dudaklar kıyamet gününde gözü önünde bir nur olacaktır. (20)
4. Sizin ağızlarınız Kur`an için yollardır. Onları misvakla temizleyin. (21)
5. Misvak kullanınız. Zira misvak ağzı temizleyen ve Rabbi razı eden bir alettir. Cebrail her gelişinde bana misvak kullanmayı tavsiye etti. Öyle ki, bana ve ümmetime farz kılacağından korktum. Ümmetime zorluk vereceğinden korkmamış olsaydım misvak kullanmalarını emrederdim. Ben o kadar çok misvak kullanırdım ki, dudaklarıma iz yapmasından ve dişlerimin aşınacağından korkardım. (22)
6. Bana misvak kullanmak o derece emredildi ki, bu konuda bana bir vahiy gönderileceğini sandım.(23)
7. Ben, misvak kullanmakla o derece emredildim ki, üzerime farz kılınacağının sandım. (24)
8. Cebrail misvak kullanmayı bana o kadar tavsiye etti ki, azı dişlerimden endişe ettim. (25)
9. Misvak kullanarak kılınan namazın fazileti, misvak kullanmadan kılınan namazdan yetmiş kat fazladır. (26)
10. Misvak olmadığında, parmak misvak yerine geçer. (27)
Hadis-i şeriflerde ağzın her zaman temiz tutulması gerektiğinianlıyoruz. Misvak olmadığı zaman başka bir şeyle de bu temizliğin yapılabileceği ifade ediliyor. İmkanların ve araçların çok fazlalaştığı günümüzde bile toplumlar ağız ve diş sağlığına gereken önemi vermiyorlar. Resulullah (sav) Efendimizin uygulamalarının ve tavsiyelerinin ne kadar güzel ve her zaman geçerli olduğunu görüyoruz.
- Panzehir dergisinden -

Dipnotlar :

Müslim tercümesi : (12) c.1 s. 327/44, (13) c.1 s.327/45, (15) c.1 s. 328/46. (17) c.1 s.328/48
Tirmizi-tercümesi : (7) c.1, s.246/5, (18) c.1, s.38/22
Terğîb ve Terhîb tercümesi : (4) c. 1 s. 246/6, (14) c.1 s. 246/8, (16) c.1 s. 247/9, (19) c.1 s. 244/2, (22) c.1 s. 247/10, (23) c.1 s. 248/11, (24) c.1 s. 247/12, (25) c.1 s. 247/13, (26) c.1 s. 250/16,
Ramuz el-Ehadis : (1) s. 214/10, (2) s. 214/7, (3) s. 325/1, (5) s. 214/8, (8) s. 214/9, (9) s.548/2, (10) s. 548/3, (11) s. 554/14, (20) s.3/4, (21) s.116/ 8, (27) s. 190/1,
İhya : (6) c.1 s.354

Kaynak:
www.saglikvakfi.org.tr

25 Kasım 2008 Salı

İslâm Hukûkunda Zarûret ve Kolaylaştırma Prensipleri







İslâm hukûku zarûreti ve bazı yerlerde de hâceti (ihtiyacı); güçlüğü kaldırmak olarak değerlendirerek, normal zamanlarda izin vermediği bir çok meselede zarûrete binâen izin vermiş, hatta bazı yerlerde bu izni farziyet makamına çıkararak, yapılmadığı takdirde günah olarak saymıştır. Fukahâ arasında bu prensip “Zarûretler yasakları mübâh kılar” şeklinde değerlendirilmiştir.


Bizleri yoktan var edip İslâm nimetiyle nimetlendiren Rabbimiz’e hamd eder, “Allah katında en sevimli din, geniş ve kolay olan Hanif Dini’dir” diye buyuran Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e ve Onun en sıkıntılı olduğu zamanlarda yanında olan ve Allah’tan getirdiği dinin yayılması için son derece gayretlerini sarf eden Âl ve Ashâbına salât ve selâm ederiz. Genel prensip olarak câiz olmayan bir takım dînî meseleler hakkında “zarurete binaen câizdir” denilerek ilim adına birçok meselelerin konuşulduğunu ve insanlar arasında tedavül ettiğini görmekteyiz. Bundan dolayı bu ayki köşemizde usulle alâkalı olarak “İslâm hukukunda zaruret, ihtiyaç nedir? Hangi durumda bunlar haramı helâl yapar? İslâm hukukçularının bu konudaki görüşleri nelerdir?” gibi meseleleri ele alıp inceleyeceğiz.
İslâm Hukuku’nda kabul edilmiş genel prensiplerden biri de güçlüğü kaldırmak ve insanlar için kolaylaştırma nazariyesi olduğu bir gerçektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in sünneti, bu prensibi açıkça ifade etmektedir. İslâm hukuku zarureti ve bazı yerlerde de hâceti (ihtiyacı); güçlüğü kaldırmak olarak değerlendirerek, normal zamanlarda izin vermediği birçok meselede zarurete binaen izin vermiş, hatta bazı yerlerde [zor durumda olan kimsenin lâşe veya domuz eti yemesi gibi] bu izni farziyet makamına çıkararak yapılmadığı takdirde günah olarak saymıştır. Fukahâ arasında bu prensip, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’nin de 21. maddesinde ifade edildiği gibi; “Zarûretler yasakları mübâh kılar” şeklinde değerlendirilmiştir. Mecelle şârihlerinden Atıf Efendi, diğer fukahâ gibi mezkur olan kaidenin şerhinde “Zaruretler her memnû olanı mübâh kılmaz” diyerek sözüne şu şekilde devam etmiştir: “Usul-u fıkıh ilminde beyan olunduğu vecihle haramlılık ve yasaklılık üç nevidir:
1- Bir başkasını öldürmek veya uzvunu kesmek fiillerinin haramlığı gibi, asla sâkıt olmayan yani, kendisine hiçbir şekilde ruhsat verilmeyen haramlıktır.
2- Lâşeyi yemenin haramlığı gibi, zaruret ile sakıt olan haramlıktır.
3-Bir başkasının malını telef etme haramlığı gibi, sakıt olmayıp zaruret vaktinde ruhsata muhtemel olan yani, alâkalandığı yer genel olarak helâl olmaz ise de, haramlığın devam etmesiyle beraber taalluk ettiği fiilin işlenmesi, Allâh-ü Teâlâ tarafından ruhsat verilen haramlıktır.” Atıf Efendi, yasaklılığın bu üç kısmını beyan ettikten sonra “Zarûretler yasakları mübâh kılar” kaidesinin, yasaklılığın birinci kısmında geçerli olmayacağını ifade ederek, şayet kişi öldürülmek veya uzuvlarından herhangi birinin kesilmesi üzerine tehdit edilse bile, bir başkasını öldürmesi veya herhangi bir uzvuna zarar vermesi câiz olmayacağını ifade etmiştir. Yani bu kişi için her ne kadar zaruret tahakkuk etmişse de, kendisi için yasak olan bu fiili işlemesine fıkhen izin verilmemiştir. Görüldüğü gibi zaruretin oluşması, haram olan bu fiili helâl kılmamıştır. Ancak zaruret kendisi için tahakkuk etmiş olan kimseden öldürme işlemi vaki olması durumunda, kısasın ikrah-ı mülci’e ile, zorlayana mı, yoksa öldürme işlemini yapan fâile mi uygulanacağı hakkında ihtilaf olunmuşsa da, mezhep içinde kabul olunan görüşe göre “âmir-i mücbir” dediğimiz zorlayan kimse üzerine uygulanacağı ifade edilmiştir. Şayet zaruret, yasaklığın ikinci kısmında meydana gelse, bu yasaklık Mecelle’nin 21. maddesi doğrultusunda mübâhlığa, yerine göre de farziyete intikal eder: Ölmek üzere olan kimsenin hayatını korumak için, domuz veya leş etinden yemesinin haramlığının kalkması gibi. Eğer zaruret yukarıda zikri geçen yasaklığın üçüncü kısmında meydana gelse, bu durumda yasaklık küllî olarak mübâh olmazsa da, günahın olmaması ve fâilin de sorumlu olmaması cihetiyle mübâh muamelesi yapılır. Nitekim açlıktan ölmek üzere olan kimsenin (şartları oluşması doğrultusunda) bir başkasının malını rızası olmasa bile alıp yemesi câizdir. Ancak Mecelle-i Adliye’nin 33. maddesi olan “Zor durumda kalmak başkasının hakkını iptal etmez” kaidesince de, malını zayi ettiği kişinin rızasını alması veyahut yediği malın bedelini ödemesi gerekir. Buraya kadar ifade ettiğimiz meselede, fukahâ arasında önemli bir ihtilaf yoktur. Ancak lugatta şiddetli sıkıntı manasına gelen, dinde de haramı helâl yapan zaruretin târifi, bir de Mecelle-i Adliye’nin 32. maddesi olan “Hâcet umumi olsun, hususi olsun zaruret menzilesine indirilir” kaidesinde geçen “hâcetin” manaları hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Gücümüz nisbetince bu farklı görüşleri serd etmeye gayret edeceğiz.
Zaruretin târifi: Mecelle şârihlerinden Ali Haydar Efendi: “Dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeye mecbur eden, durum”a, ‘zaruret’ derken, Hidâye şârihi İbni Humam: “Kişinin öyle bir duruma gelmesi ki, şayet yasak olan şeyi işlemese helâk olmasıdır” diye beyan etmiştir. Ebubekir Cessas gibi bazı âlimler de: “Kişinin kendisi veya uzvu helâk olması” olarak beyan etmişlerdir. Muvafakat sahibi Şâtıbî ve bu gibi düşünen bazı âlimlere göre de zaruret: “Dünya ve âhiret maslahatının kıyamı için olmazsa olmaz olan, şöyle ki; yapılmadığı takdirde dünya maslahatı istikametinde câri olmayacağı gibi, âhirette de kurtuluşun olmayacağı ve nimetlerin kaçmasına sebep olan şey” olarak târif etmişlerdir. Mevsuatil Fıkhiyye’nin ifadesi doğrultusunda usulcülere göre zaruret: (zaruri olan beş şey) dediğimiz “dinin, nefsin, aklın, nesebin, malın muhafazasından biri üzerine korkmak” olarak târif edilmiştir. Curcânî gibi diğer âlimler de: “Kaldırılması mümkün olmayan nazile (gelen bir mesele)” olarak beyan etmişlerdir.
Mâlikîlere göre zaruret: “Helâktan veya çok şiddetli zarardan korkmaktır.” Şâfiî fukahâsından olan İmâm-ı Remlî “Nihayetül Muhtaç” kitabında zarureti: “Ölümden veya hastalıktan korkmak veyahut ta bunların dışında abdestin halefi olan teyemmümü, suyun bulunmasıyla beraber mübâh kılan her türlü mahsur” diye târif etmiştir. Yine zaruretin târifiyle alâkalı üstadım Halil Gönenç hocamızın “Günümüzün Meseleleri” adlı eserinde “Muğni El- Muhtac” kitabından naklen şu ifadeler vardır: Zaruretin çeşitleri, târifleri vardır. Bir kısmı şunlardır:
a) Can veya organ helâkinden endişe etmek.
b) Ölüm veya şiddetli hastalık, ya da onun artmasından veya uzamasından veyahut arkadaşlarından geri kalmaktan endişe etmek, zarurettir. Hanbelî mezhebinde zaruretin târifine gelince, mezhepte farklı görüşlerin olduğuna muttalî olduk. Yaptığımız mütâlaa neticesinde mezhep içinde sahih olan târif: “Kişinin sadece telef olmaktan korkması” şeklindedir, bunun dışındaki korkulara zaruret demiyorlar. Ancak 1 ifadesiyle kişinin teleften, zarardan, hastalıktan veya yolda arkadaşlarından geri kalmaktan korkmasına da zaruret diyorlar. Genel olarak yukarıdaki târiflere baktığımız zaman, zaruret hakkında munzabıt bir târif getirmenin güç olduğu görülmektedir. Zira bu târifleri furû’i meseleler üzerinde uygulanmasına baktığımızda, bazıları bu târifleri biraz daha genişletirken, diğer bir kısmı da bu çerçeveyi biraz daha daraltmıştır.
Özetlemek gerekirse; kişinin canı veya uzvu üzerine korkması, Hanbelîlerin haricinde genel olarak zaruret olduğu kabul edilirken, bazıları da bu çerçeveyi biraz daha genişleterek (zaruri olan beş şey) dediğimiz dinin, nefsin, aklın, nesebin, malın muhafazasından biri üzerine korkmayı katmaktadırlar. Bu konuda her ne kadar farklı yaklaşımlar olsa da, usul-ü fıkıh kitaplarımızın, dünyevî maslahatın kısımlarından olan zaruriyyat, haciyat, tahsiniyyat konularına baktığımızda ve bunların reyal olarak furû’i fıkıhdaki uygulamalarını müşahade ettiğimizde (zaruri olan beş şey) zaruret olarak tanımlamanın kanaatimce daha şumullü olacağına inanıyorum.
Fukahâ arasında “zarûret’in, yasakları mübâh kılmasının” ne demek olduğunda da görüş ayrılığı olmuştur: Zaruretler, haram olan şeylerden bu sıfatı kaldırarak zaruret haline düşmüş kimseye bunları helâl mi kılar? Dolayısıyla zaruret halinde bunları yapan kimse, helâl olan bir şeyi yaptığı için günah işlememiş mi olur? Yoksa zaruret, haram ve yasak olan şeyin -haram sıfatını değil- onu işlemenin günahını mı kaldırır? Hanefîler ve onlarla aynı görüşte olanlar, zaruretin mübâh kıldığı yasak ve haramları ikiye ayırıyorlar:
a) Zaruretin haram vasfını kaldırdığı ve mübâh hale getirdiği, dolayısıyla da işleyene günah olmayan haram ve yasaklar. Bu nevi yasaklarda zaruretin hükmü; haramlık vasfını ve işleyenden günahı kaldırmaktır ki, bazen bunu işlemek farz da olabilir.
b) Zaruretin, haramlık vasfını kaldırmadığı, sadece işleyenden günahı kaldırdığı haramlar. Bunlar, işleyene günah olmaması bakımından mübâh, haramlık vasıflarının kalkmamış olması bakımından ise haram gibidir.
Bu nevinin örneği; zorlanan bir kimsenin küfrü (dinden çıkmayı) gerektiren bir iş işlemesi veya mecbur kalan birisinin, diğerine ait malı itlâf ve imha etmesidir. Şâtıbî’nin, el-Muvâfakât adlı eserinde ifade ettiği kanâatine göre; zaruret ruhsatı gerektirir, ruhsatın hükmü, haramlık vasfı’nın kalmasıyla beraber, mecbur olup işleyenden yalnızca günahı kaldırmak değil, zarûretin ilgili bulunduğu haramdan, haramlık vasfını kaldırmaktır. Şâtıbî’nin bu ifadesinden anlaşılan; zaruretin mubâh kıldığı haramların, Hanefîler tarafından yapılan ikili taksimi gibi olmamasıdır. Şâtıbî, eserinde bu kanâatini isbat için birçok delil serd ediyor, daha sonra da kendi kendine şöyle bir itiraz yöneltiyor: “İslâm âlimleri, mecbur kalan kimsenin, ölmekten korkuyorsa lâşe hayvanı yemesinin gerekli olduğunda ittifak etmişlerdir. (Aslında bu konuda ekseriyetin görüşü her ne kadar böyle olsa da, Ebu Yusuf, Mühezzeb sahibi Ebu İshak ve Hanbelîlerden bir görüşe göre: Muztar durumda kalan kimsenin lâşe veya hınzır eti yemesi her ne kadar mübâh olsa da vacip değildir, nitekim bu konuyla alâkalı Mukarenî, Zuhayli İbni ame’nin “Muğni”sinden nakletmiştir.) Şâtıbî’nin sözüne dönecek olursak: Bu, yani mecbur durumda kalan kimsenin, ölmekten korkması durumunda lâşe hayvanının etini yemesinin gerekli olduğu, zaruret hâlinin sevkettiği ruhsatı kullanmasının farz olduğuna delâlet etmektedir. Şu halde bunun hükmü devamlı olarak mübâh olmak değildir...” Şâtıbî, sonra da bu itiraza şu cevabı veriyor: “Helâl yiyecek bulamayan bir kimseye, kendisini açlık sıkıntısından kurtarmak ve sıkıntısını gidermek maksadıyla murdar hayvan etini yeme hususunda ruhsat verilmiştir. Kişi açlıktan ölüm tehlikesiyle karşılaşır ve murdar hayvan etini yemek suretiyle de tehlikeyi atlatma imkânını bulursa hayatını kurtarmak kendisine -şu âyetle- emredilmiştir: “kendinizi öldürmeyiniz...” Abdulkerim Zeydân’ın ifadesiyle sanki Şâtıbî, zarûret haline düşmüş bir kimsenin murdar hayvan eti yemesine iki yönden bakmıştır.
a) Şârî, umûmî olarak yasakladığı bir şey hakkında ona izin vermiştir, bu yönden bakılınca yemek, ruhsat yoluyla mübâhtır, burada mübâh kılmak ve izin vermek, zarûret hâlinin gerektirdiği bir ruhsat mahiyetindedir.
b) Kişinin kendi hayatını kurtarma yönünden bakmıştır; bu ise farzdır çünkü, yukarıda zikredilen âyet bunu emretmiştir. Şâtıbî’ye göre buradaki farz oluş, ruhsat hükmüyle değil, başka bir delilden (âyetten) çıkarılmıştır. Zarûretin sevkiyle meydana gelen hükmün fıkhî keyfiyeti hakkındaki tartışma ne olursa olsun, bütün İslâm hukukçuları zarûrete düşmüş kimsenin, murdar hayvan eti vb. haram şeyleri yemesine -içine düştüğü zarûret haline bakılarak- izin olduğunda ittifak etmişlerdir.
Aynı şekilde bazı zaruret durumlarında, murdar hayvanı yemek gibi ruhsatları uygulamanın farz olduğunda da ittifak edilmiştir; bu farz oluşun “zarûretten mi, yoksa başka bir delilden mi?” doğmuş bulunduğu, somut olarak sonucu pek değiştirmez. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi zaruretler bütün yasak ve haram olan şeyleri mübâh kılmaz. Ayrıca bu mübâh oluştan maksat “yapmak ile yapmamanın eşitliği” manâsında mâlum olan ibâhadır. Bu, Şâtıbî ile onun gibi düşünenlerin görüşüdür. Hanefîler ve aynı görüşte olan diğerlerine göre ise zarûretin bazı yasakları kaldırması, Şâtıbî’nin anladığı mânâdadır; diğer bazılarında zarûret sadece günahı kaldırır, haramlık vasfını kaldırmaz.
Hâcetin (ihtiyaçın) târifi: Mecelle-i Adliye’nin 32. maddesindeki “Hâcet umumi olsun, hususi olsun zaruret menzilesine indirilir” kaidesinde geçen “hâcetin” manaları hakkında farklı görüşler ileri sürüldüğünü beyan etmiştik. Elmalılı Hamdi Yazır, İslâm Hukûku adlı eserinde “hâcet”i şu şekilde tanımlamıştır: “Aslında bir diken adı olup, bundan alınarak bir diken gibi insana ızdırap veren ve giderilmedikçe rahat edilmeyen şey manasında kullanılır. Bu itibarla hâcet, nefiste olan bir manadır. Daha sonra hâceti kaldıran husûlü, vücudu matlup olan şeye “hâcet” denmiştir. Bir başka ifadeyle hâcet, kendisinden ihtiyaçsız kalmak mümtenî’ veya güç olup, gerçekleşmesi istenilen mühimmedir.” Elmalılı devâmen: “Aslında hâcet bazı açılardan zaruretten daha genel bir mana ifade eder. Çünkü zaruretten ihtiyaçsızlık mümkün değilken, hâcette mümkün olabilir. Bundan dolayı bazı hâcetlere sabır göstermek imkân dâhilinde iken, zaruretlere karşı sabır göstermek mümkün görülmeyebilir.”
Eşbah şârihi Hamevî kaidesinin şerhinde Fethul Kadir kitabından naklen burada beş merhaleden bahsediyor: Zaruret, Hâcet, Menfaat, Zinet, Fudul.
Zaruret: Kişinin öyle bir duruma gelmesi ki, yasak olan şeyi işlememesi durumunda helâk olacak duruma yakın olması, kişi için zarurettir ve haramı helâl kılar. Bu târifi yukarıda beyan etmiştik. Hâcet: Acıkmış olan bir insan ki, yiyecek bir şey bulamadığı takdirde helâk olmayıp sadece çok sıkıntıda ve meşakkatte olacak. Bu durum kişiye (bizim anladığımız manada) haram olanı helâl kılmaz ancak, farz oruç tutan kimsenin iftar etmesini mübâh kılar. Menfaat: Buğday ekmeği, koyun eti veya yalnız yemek yeme isteğinin olması. Zinet: Tatlı veya şeker isteğinin bulunması. Mefdul: Haram ve şüpheli yemeye geniş olmak. Bu ve bu gibi ifadelere baktığımızda bâhusus Mecelle-i Adliye’nin 32. maddesinin de ifadesi doğrultusunda, Eşbah sahibinin de, Elmalılının da sarahaten ifade ettiği gibi; zaruret ile hâcet arasında fark vardır. Ancak Mecelle şârihi Ali Haydar Efendi mezkür olan kaidenin şerhinde: Eşbah sahibi İbni Nuceym’in, zarureti, hâcetin gayrı kıldığı, yani hâcet ile zaruretin başka başka olduğunu gösterdiğini ifade ederek sözlerine şu şekilde devam eder: “Halbuki bu başka yerde görülmemiştir diyen Pîri Zâde, Eşbah sahibine itiraz eylemiştir. Yani bu kaidede zikir olunan hâcetten maksut adi (normal) ihtiyaç olmayıp, zaruret olan ihtiyaç olması lazım gelir. Şu halde ‘hâcet zaruret menzilesine tenezzül olunur’ ibaresi, ‘zaruret, zaruret menzilesine tenezzül olunur’ manasında olur ki, bu ibarenin adem-i sıhhati zahirdir demek ister.” Ali Haydar Efendi’nin bu ibareleri nakletmesinden anlaşılan, buradaki hâcet ile zaruretin aynı şey olduğunu ifade sadedindedir. Ancak zaruretin yukarıdaki târiflerine baktığımız zaman ve hâcet için verilen furû-i misallere baktığımızda bunun böyle olmadığını müşahede etmekteyiz. Mevlâ Teâlâ hazretleri hakkı hak bilip tâbi olmayı, bâtılı bâtıl bilip kaçınmayı ve ilim, amel, ihlâs yolunda dâim olmayı cümlemize nasip eylesin. Selâm ve muhabbetlerimle.


İslâm Hukûkuna Göre; Kocanın, Hanımı Üzerindeki Hakları

İslâm Hukûkuna Göre; Kocanın, Hanımı Üzerindeki Hakları




Şayet koca, hanımından İslâm’ın yasak etmiş olduğu herhangi bir işi talep edecek olursa, o işi yapmak hanımına vâcip değildir. Bilakis kocasının talebini yerine getireyim diye, İslâm’a muhalif olan herhangi bir işi yapmak haramdır. Zira Yaratıcıya isyanda yaratılmışa itaat olmaz.


Bizleri yoktan var edip insan olarak yaratan Rabbimiz’e hamd eder, insan olarak yaşamanın keyfiyetini bizlere öğreten Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e, Âl ve Ashabına Salât ve Selâm ederiz.
Geçen ayki yazımızda kadının, kocası üzerindeki haklarını ele alıp gücümüz nisbetince incelemeye gayret etmiştik. Bu ayki köşemizde de yazımızın devamı olarak kocanın, hanımı üzerinde olan haklarını siz değerli okuyucularımıza sunmaya gayret edeceğiz. Muvaffakiyet, Allâh-ü Teâlâ Hazretlerindendir.
Kocanın, hanımı üzerinde olan haklarının ehemmiyetini, Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) birçok hadîsi şeriflerinde beyan etmişlerdir. Bunlardan bazıları şunlardır.
Ebû Hüreyre (Radıyallâhü Anh) anlatıyor; Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e “Hangi kadın daha hayırlıdır?” diye sorulduğunda; “Kocası bakınca onu sürura gark eden, emredince itaat eden, nefis ve malında, kocasının hoşuna gitmeyen şeyle ona muhalefet etmeyen kadındır.” diye cevap vermişti1.
Ebû Hüreyre (Radıyallâhü Anh)’ın rivâyet etmiş olduğu başka bir hadîsi şerifte de Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem); “Şayet ben bir insanın başka bir insana secde etmesini emredecek olsaydım; kadına, kocasına secde etmesini emrederdim”2 buyurmuştur. (Buradaki secdeden kastedilen; ibadet secdesi değil, tahiyye dediğimiz saygı secdesidir. Böyle olduğu halde bile, kula secde yapmak İslâm hukûkuna göre kesinlikle câiz değildir. Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in böyle buyurması; koca hakkının önemine işaret etmek içindir.)
Başka bir hadîsi şerifte de Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem); “Nefsim, (kudret) elinde olan Allah’a yemin ederim ki! Kadın, kocasının hakkını eda etmediği müddetçe Rabbisinin hakkını eda etmiş olamaz.”3 buyurmuştur.
Ümmü Seleme (Radıyallâhü Anhâ)’nın rivâyet etmiş olduğu başka bir hadîsi şerifte de Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem); “Hangi kadın, kocası kendisinden razı olarak vefat ederse, cennete girer.”4 buyurmuştur.
İslâm hukukuna göre evin mâlî yükümlülüğü kocaya aittir. Bundan dolayı kadının, kocası üzerinde nafaka vb. mâlî hakları olduğu gibi; kocanın, hanımı üzerinde -miras dışında- herhangi bir mâlî hakkı bulunmamaktadır. Allâh-ü Teâlâ Hazretleri kocanın, hanımı üzerindeki hakları ile alâkalı olarak şöyle buyurmuştur: "Allah’ın, insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler, kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Onun için saliha kadınlar, itaatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar." Başkaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse; vücutlarında iz bırakmayacak ve canlarını yakmayacak bir şekilde) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.”5 Kocanın, hanımı üzerinde olan haklarını icmâlî olarak içinde barındıran bu âyeti kerimeden, İslâm hukukçuları belli başlıklar altında “koca hakları”nı çıkararak şu şekilde ifade etmişlerdir: “Hanımın, kocasına itaat etmesi”, “Kendisi için hazırlanmış olan evde ikamet etmesi”, “Evinden kocasının izni olmadan çıkmaması”, “Kocasının izni olmadan evine kimseyi almaması” ve “Kocanın, hanımını edeplendirme velâyeti”.6 Ancak bu haklar bazı kayıtlarla kayıtlanmıştır. Yazımızda, bu hakları müstakil başlıklar halinde ele alıp âlimlerimizin görüşleri doğrultusunda değerlendirmeye gayret edeceğiz.

Hanımın, kocasına itaat etmesi:
İslâm şeriatı; kadının, kocasının emirlerine itaat etmesini, üç şartın tahakkuk etmesiyle vacip kılmıştır. Bu üç şarttan herhangi biri tahakkuk etmediği müddetçe kadının, kocasına itaat etmesi vacip değildir.
1- Kocanın hanımından yapmasını istemiş olduğu iş ‘zevciyyet’ dediğimiz karı-kocalık işleriyle alâkalı olmalıdır. İlişki için yatağa çağrılan kadının, kocasına itaat etmesi vaciptir. Nitekim bu konuyla alâkalı birçok hadîsi şerifler vardır. Ebû Hüreyre (Radıyallâhü Anh) anlatıyor; Resûlüllah (Aleyhissalâtü Vesselâm) buyurdular ki: “Nefsim, kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl’e yemin ederim ki! Bir erkek, hanımını yatağa davet ettiğinde kadın imtina edip gelmezse, kocası ondan râzı oluncaya kadar semada olan (melekler) ona gadab ederler.” Bir başka rivâyette şöyle denmiştir: “Erkek kadınını yatağına çağırır, kadın da gelmeye yanaşmaz ve erkek öfkelenmiş olarak sabahlarsa, melekler sabaha kadar (bir rivâyette yatağa gelinceye kadar) kadına lânet okurlar.” Bir başka rivâyette de: “Kadın küskünlükle kocasının yatağından ayrı olarak sabahlarsa, melekler onu lânetler.”8 buyurulmuştur.
Şayet kocadan sâdır olan emir, kadının kendi şahsî malını tasarruf etmesi gibi husûsî işleriyle alâkalıysa, kadının bu konuda kocasının emrine imtisal etmesi vacip değildir. Nitekim geçen ayki köşemizde de ifade ettiğimiz gibi evlilik, tarafların husûsî mülkiyetlerinde ortaklığı gerektirmez. Nasıl ki kadın, kocasının malında evlenmek suretiyle ortak olamıyorsa; koca da hanımının husûsî malında nikâh sebebiyle ortak olamaz. Dolayısıyla kocanın, hanımının şahsî malında (koca olmasından dolayı) herhangi bir yaptırımı Hanefî fıkhına göre yoktur.
2- Kocanın, hanımından yapmasını veya yapmamasını istediği iş İslâm’ın emirlerine muvâfık olması lâzımdır. Şayet koca, hanımından İslâm’ın yasak etmiş olduğu herhangi bir işi talep edecek olursa, o işi yapmak hanımına vacip değildir9, bilakis kocasının talebini yerine getireyim diye İslâm’a muhalif olan herhangi bir işi yapmak haramdır. Zira Yaratıcıya isyanda yaratılmışa itaat olmaz.10 Ancak nâfile oruç gibi ibadetleri, kadının, kocasının rızasını almadan yapması doğru değildir. Nitekim bir hadîsi şerifte Efendimiz (Aleyhissalâtü Vesselâm); “Bir kadın, kocası yanında olduğu halde izni olmadan nâfile oruç tutamaz.” buyurmuşlardır.
3 - Kadının, kocasına itaat etmesinin vacip olabilmesinin son şartı da, geçen ayki köşemizde açıkladığımız “koca üzerine vacip olan sorumluluklar”ını yerine getirmesidir. Şayet koca, hanımının nafakası gibi üzerine vacip olan yükümlüklerini, yani kendi sorumluluklarını karşılamıyorsa kadının, kocasına itaat etme mecburiyeti yoktur.
Kendisi için hazırlanmış olan evde ikamet etmesi, evinden kocasının izni olmadan çıkmaması ve kocasının izni olmadan evine kimseyi almaması:
İslâmiyet; kadının, kocası tarafından hazırlanmış evde yerleşmesi ve kocasının izni olmadan dışarı çıkamamasının vacip olmasını iki şartın tahakkuk etmesine bağlamıştır.
1- Mâlum olduğu üzere nikâh akdi sebebiyle erkeğin hanımına vermekle yükümlü olduğu mehir vardır. Mehirin mahiyeti ve oluşumuyla alâkalı bilgiyi geçen ayki yazımızda işlemiştik. Bu mehir, müeccel (vadeli) veya muâccel (peşin) olabildiği gibi bir kısmı peşin, diğer bir kısmı da vadeli olabilir. Kadın mehirden peşin olarak konuşulan miktarını almadığı müddetçe veya peşin miktar konuşulmamışsa ikisinin bulunmuş olduğu yerdeki örfün durumu doğrultusunda (yani ikisinin bulunduğu beldedeki örf, mehirden belli bir kısmının peşin olarak verilmesini tayin ediyorsa ve koca da o miktarı peşin olarak vermediyse) kadının kendisi için hazırlanmış olan evde ikamet etmesi vacip değildir. Peşin miktarının örfen değerlendirilmesi, tarafların belli bir ödemeyi konuşmamaları durumundadır. Şayet taraflar vade veya peşin üzerine anlaşırlarsa örfe bakılmaz.
Yukarıdaki izah doğrultusunda kadın, tahakkuk eden mehrinin peşin olan kısmını almadığı müddetçe, kendisini kocasına teslim etmemeye, kocasının evinden dışarıya çıkmaya ve kocasıyla beraber sefere gitmemeye hakkı vardır. İmâm Ebû Yusuf ve İmâm Muhammed’e göre kendisini bir kere rızasıyla teslim etmesiyle bu haklardan feragat etmiş olur, dolayısıyla itaatsizlik yapmaya hakkı yoktur. İmâm-ı A’zam’a göre kendisini teslim etse bile bu hakları vardır; yani bu konularda itaat etme mecburiyeti yoktur. Hanefî fukahasının bir kısmı sefer konusunda İmâmı A’zam’ın görüşü doğrultusunda fetva verirken, cinsî münasebet konusunda da İmâm Ebû Yusuf ve İmâm Muhammed’in görüşü doğrultusunda fetva veriyorlar. Yani kadın kendini rızasıyla kocasına bir kere teslim etmişse bu konuda daha muhalefet etmeye hakkı yoktur.12
2- Kocasından izinsiz evden çıkmaması veya kocasının rızası olmadan eve birilerini almaması, kadının akrabalık bağlarının kopmaması şartıyladır. Şayet kadının bu konuda kocasına itaat etmesi akrabalık bağlarını kesiyorsa; kadın, akrabalarını ziyaret için evinden çıkarak kocasına muhalefet edebilir. Ancak akrabalığın yakınlık derecesine göre evden çıkacağı veya eve alacağı günlerin miktarı farklı olmaktadır.
Şayet kadının mahremi babası ise haftada bir kere kocası izin vermese de ziyarete gidebilir. Babasının dışındaki mahremlerine ise bir görüşe göre ayda bir, diğer bir görüşe göre ise senede bir kocasından izinsiz çıkabilir. Ancak fıkıh kitaplarımızda tercih olunan görüşün senede bir olmasıdır. Kadının, kocasından izinsiz akrabalarının yanında gecelemesi câiz değildir. Kocası izin vermese bile kadının mahremleri, kadının evine yukarıdaki ihtilaf doğrultusunda belli zamanlarda gelebilirler. Ancak İmâm Ebû Yusuf’tan gelen bir rivâyete göre kadının mahremlerinin, kadının yanına gelmelerinde meşakkat yoksa; kadının, kocasının izni olmadan onların yanına gitmesi câiz değildir.13 Tabi bu meselelerin değerlendirilmesinde anne-babanın veya diğer mahremlerin seferî mesafede olup olmamalarını da göz ardı etmemek gerekir. Zira kadının, kocasının izni olmadan belli zamanlarda bunların yanlarına gidebilmesi; bunların seferî mesafede olmamalarına ve yol emniyetinin bulunmasına bağlıdır. Şayet anne-baba veya diğer mahremler seferî mesafede olurlarsa kadının, kocası olmadan veya mahremsiz olarak onların ziyaretine gitmesi câiz değildir. Şayet kadının anne veya babasından herhangi biri hasta olup bakıma da muhtaç olsa, başka bakacak kimsesi de olmasa, kadın, kocası izin vermese bile bakıma muhtaç olan anne veya babasının hizmetine (velev ki anne-baba Müslüman olmasa bile) ihtiyaç miktarınca gitmesi câizdir. “Kadının ev işlerini yapması kocasına karşı bir borç mudur?” sorusuna Hz. Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in kızı Hz. Fatıma’ya bir öğüt olarak; evin içindeki işlerin kızına, dışarıdaki işlerin de damadı Hz. Ali’ye ait olacağını söylemesi, bize genel davranış biçimini göstermektedir.14

Koca için hanımını edeplendirme velâyeti:
Erkeklerin maddî ve mânevî özellikleri ile ekonomik rolleri onların aile reisi olmalarını tabiî kılmıştır. Aile küçük bir toplumdur. Toplum ise düzenle, nizamla yaşar. Düzen ise bir reisi, bir idareciyi zarûrî kılar. İslâm dininde, devlet başkanından aile reisine kadar her idareci ilahî talimata göre hareket etmek, yönetmek mecburiyetindedir; şu halde onlara itaat, bu talimata itaat demektir. İdare eden veya edilen, bu talimatın dışına çıkar, itaatsizlik ederse müeyyide uygulanır15.
Kadının, kocasına itaat etmemesini meşrû kılacak bir gerekçesi olmaksızın itaat etmemesi durumunda erkeğin, hanımını edeplendirmeye hakkı vardır. Yazımızın başında naklettiğimiz Nisa Sûresinin 34. âyet-i kerimesinde İslâmiyet, bu edeplendirme velâyetini şu şekilde sıralamıştır: İlk olarak koca, hanımına yumuşaklılık ve güzel sözler ile Allâh-ü Teâlâ Hazretlerinin kadın üzerine, kocasına itaati vacip kıldığını, isyan etmesi durumunda hem günaha düçar kalacağını, hem de aile bağlarının kopmasına sebebiyet vereceğini ifade ederek nasihat etmelidir. Şayet bu nasihat fayda vermezse ikinci olarak, yatak boykotu dediğimiz “kadınla aynı yatakta gecelememe” merhalesine geçer. Hanefî fukahasının bir kısmı yatak boykotunu “gece hanımla konuşmamak” olarak açıklarken bir kısmı da “cinsî ilişkiye girmemek” şeklinde ifade etmişlerdir16. Bu merhale de fayda vermeyecek olursa, üçüncü merhale olan “iz bırakmaksızın ve de ızdırap vermeksizin hafif bir şekilde dövme” merhalesini uygular. Hangi sebeple olursa olsun erkeğin hanımını şiddetli ve elem verici bir şekilde dövmeye hakkı yoktur. Kur’an-ı Kerîm’i bize tebliğ eden Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in, hanımlarını hiç dövmediği ve “sizin en hayırlınız hanımlarınıza karşı en hayırlı olanınızdır”17 buyurması da göz ardı edilmemelidir. Bu üç merhale de fayda vermeyecek olursa Nisa Sûresinin 35. âyet-i kerimesi doğrultusunda sulh için hakemlik müessesesine gidilir.

KARI KOCA ARASINDAKİ MÜŞTEREK HAKLAR:
Hukûk-u müşterek dediğimiz karı-koca arasında ortak haklar vardır. Bunların en önemlisi dört tanedir:
1- Tarafların birbirlerine karşı iyi geçim içinde olmaları, içten ve dıştan birbirlerine karşı halis olmaları ve bütün gayretlerini birbirlerini hoşnut etmek üzere harcamaları, birbirlerine olan haklarındandır. Bu şekilde davranmak suretiyle hayat sıkıntılarını beraberce göğüslemiş olurlar ki, bu da hayat ortağı olmanın neticesidir.
2- Hürmet-i musâhara dediğimiz; tarafların birbirleriyle evlenmesinden kaynaklanan akrabalık (sıhriyet) bağıdır. Zira evlilik vâki olmadan önce kadının akrabalarının, kocaya; kocanın akrabalarının, kadına nâmahrem olduğu halde, evlilik vâki olduktan sonra arada sıhriyet oluşarak mahremiyet tahakkuk ediyor. Sıhriyet sebebiyle kendileriyle evlenilmesi yasak olanlar dört gruptur. a-) Usûlün eşleri yani üvey anne ve üvey nine. Üvey ninenin anne veya baba tarafından olmaları, durumu değiştirmez. b-) Fürûun eşleri yani gelinler. c-) Eşin usulü yani kayın valide ve eşin her iki taraftan nineleri. d-) Eşin fürûu, yani üvey kızlar veya bu durumda olan kız torunlar. Lâkin bu son grupta evlenme yasağının olması sadece nikâhla değil, evliliğin zifafla da fiili olarak başlaması halindedir.
3- Şer’î bir mani olmaksızın birbirlerine varis olmaları da ortak olan haklardandır. Kocası ölen bir kadın, kocasının malına varistir. Ölenin, çocuğunun veya oğlunun çocuğu olmaması durumunda dörtte bir, çocuğunun veya oğlunun çocuğunun olması durumunda da sekizde bir alır. Karısı ölen adam da aynı şekilde karısının malına varistir. Ölenin, çocuğunun veya oğlunun çocuğu olmaması durumunda malın yarısını, çocuğunun veya oğlunun çocuğu olması durumunda da dörtte birini alır.
4- İslâmiyet’in mubah kıldığı çerçevede eşlerin birbirlerinden istifade etmesi de müşterek olan haklarındandır. Mevlâ Teâlâ Hazretleri, Ümmeti Muhammed’e aile huzurunu elde ederek dünya ve âhiret saadeti nasip eylesin.
Selâm ve muhabbetlerimle.


- DİPNOT -
1 - Nesaî, nikâh : 3179
2 - Tirmizî, Rada : 1079
3 - İbn-i Mâce, Hakku’z-Zevci ale’l-Mer’e: 1843
4 - Tirmizî, Rada :1081
5 - Nisâ Sûresi: 34
6 - Ahvalü’ş-Şahsiyye, Muhammed Muhyiddin Abdülhamit, s:116
7 - Bedaiu’s-Sanai, Vucubu Daati’z-Zevc.
8 - Buharî: 2998, Müslim: 2596, Ebu Davut:2141
9 - el Ahvalü’ş-Şahsiyye, Muhammed Muhyiddin Abdülhamit, s:116-117
10 - el Fıkhü’l-Mukaren li’l-Ahvali’ş-Şahsiyye Bedran, Ebu’l-Ayneyn Bedran s:272
11 - Ebu Davud, Savm :2102
12 - el Fetava’l-Hindiyye Kitabu’n-Nikah, Fi men’i’l-Mereti Nefseha.
13 - el Ahvalü’ş-Şahsiyye, Muhammed Muhyiddin Abdülhamit dipnot: 117
14 - İlmihal, İSAM, c:2, s:221
15 - Suudi kralı tarafından hazırlatılan Kur’an-ı Kerim Meali
16 - Bedaiu’s-Sanai, Velayeti’t-Te’dîb
17 - Tirmizî, Rada 1082