30 Kasım 2008 Pazar

“SİN” “ŞIN”A GİRİNCE KABRİM ZÂHİR OLU







Büyük velilerden biri olan, kalbi ilâhî hakîkatlerle dolu ve Mevlâ’nın ilhamıyla gelecekte meydana gelecek pek çok hadiseyi haber veren Şeyh-i Ekber Muhiddin İbn-i Arabî hazretleri, Endülüs’te doğdu ve bir süre daha orada kaldıktan sonra seyahate çıktı. Şam, Bağdat ve Mekke’ye giderek orada bulunan tanınmış âlim ve şeyhlerle görüştü.
Yaşadığı mânevî bir hâl ve makam gereği “Vahdeti vücut”’ nazariyesine kâil olan Muhiddin İbn-i Arabi hazretlerinin hatalı keşif ve beyanlarını, ikinci bin yılının müceddidi olan İmamı Rabbani hazretleri tashih etmiş ve doğrularını izah etmiştir. (Allâh-ü Teâlâ ehlullahın cümlesinden razı olsun.)
Muhiddin İbn-i Arabî hazretleri, bir keresinde yüksek bir tepeye çıkıp ayağını yere vurarak “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır.” diye bağırmaya başladı. Bunun üzerine oraya toplanan halk ve o beldenin eşrafından olan kimseler, maalesef bu sözün ne manaya geldiğini anlayamadılar. Kelâmın zâhirine bakarak, bunun küfrü gerektiren bir söz olduğuna hükmettiler.

Şöyle ki; bizim taptığımız Allah’tır. Muhiddin Arabî’de: “Sizin taptığınız ayağımın altındadır.” dediğine göre, -hâşâ- “İlâhınız ayağımın altındadır.” demek istediğini zannettiler ve idam edilmesine karar verdiler.
Meselenin gerçek mahiyetini bilmeyen Şam halkı, onun aleyhinde yayılan söylentilerin ve hakkında verilen idam kararının etkisinde kaldıklarından, ayrıca onun mânevî büyüklüğünü de idrak edemediklerinden dolayı, onun kabrinin bile yerinin belli olmamasını ve unutulup gitmesini istediler. Ve onun nâşını kimsenin bilmediği bir yere defnettiler.
Muhiddin Arabî hazretleri daha bu olaylar olmadan evvel, henüz hayatta iken, Şam halkının kendisini anlayamadığını ve kabrinin ziyaret edilmemesi için yerini gizleyeceklerini keşfen bildi. Kendisinden yüzlerce sene sonra ortaya çıkacak olan pek çok olayı, keşif ve kerâmet yoluyla haber verdiği gibi, insanlar her ne kadar gizleseler de, bir gün kabrinin meydana çıkarılacağını haber verdi.
Bunu “Şeceret-ün-Nu’mâniyye fî Devlet-il-Osmâniyye” isimli eserinde şu meşhur sözlerle haber verdi: “İzâ dehale’s-Sîn, ile’ş-Şın. Zahara kabrî Muhiddîn.” Yani “Sin” “Şın”a girince, Muhiddin’in kabri meydana çıkar.
Ve gerçekten de onun mübarek nâşını defnettiler ve kabrini herkesten gizlediler. Dolayısıyla kabrini pek bilen olmadığı için, ziyaret etmek isteyenlerde maalesef ziyaret edemediler.
Bu durum Osmanlı sultanlarından evliyaullahı çok seven Yavuz Sultan Selim Han zamanına kadar devam etti. Muhiddin Arabi hazretlerinden takriben üç asır sonra: “Padişahı âlem olmak bir kuru dâvâ imiş, Bir mürşide bende olmak her şeyden âlâ imiş” sözüyle, bir mürşide uymanın ehemmiyetini ve Allah dostlarının kıymetini en güzel biçimde ifade eden Yavuz Sultan Selim Han, Şam’ı fethederek Osmanlı topraklarına dahil etti. Ve Muhiddin Arabî hazretlerinin kabri şerifinin nerede olduğunu sordu. Evvelce tek tük bilenler varsa da, onlar da çoktan vefat etmişlerdi, berhayat olanlardan ise hiç kimse kabrinin yerini bilmiyordu. Sultan Selim Han, Muhiddin Arabî’nin “Şeceret-ün-Nu’mâniyye fî Devlet-il-Osmâ-niyye” isimli eserinde geçen “Sin, Şın’a girince, Muhiddîn’in kabri meydana çıkar.” sözüne binaen, ısrarla onun kabrini sorup soruşturdu, kabrin bulunması için araştırılmasını emir buyurdu. “En ufak bir iz veya bir işarete rastlansa, hemen bakılıp araştırılsın” diye ferman çıkarttı. Nihayet dağda koyun sürülerini otlatmakta olan bir çoban şöyle bir haber getirdi.
- Onun kabrinin nerede olduğunu bilmiyorum, lâkin dikkatimi çeken bir hususu sizlere haber vermek istedim. Devamlı koyunlarımı otlattığım merada bir yer var ki, sürüde bulunan o kadar hayvandan hiç birisi ne oradan ot yiyor, ne de oraya basıyorlar. Oranın otları her sene baharda kendi halinde büyüyor ve zamanı gelince de kuruyup gidiyor. Çobanın verdiği bu haber üzerine Sultan Selim Han derhal orayı kazdırdı. Biraz kazdıklarında ne görsünler, Muhiddin İbn-i Arabî hazretlerinin mübarek nâşı, sanki daha yeni defnedilmiş gibi taptaze, pırıl pırıl, hiç çürümeden olduğu gibi duruyor. Sultan Selim Han hemen O büyük velinin nâşını çıkarttırıp orayı temizletti, kabrin üzerine de güzel bir türbe yaptırdı. Ve o mübareği tekrar oraya defnettirdi. Bu türbenin yanına da bir câmi ve imâret yaptırdı, bundan böyle orayı herkesin ziyaretine açtı.
Böylece Muhiddin Arabî’nin asırlar öncesinden verdiği haber gerçekleşmiş “Sin” “Şın”a girince, Kabri meydana çıkmıştı. “Sin” den maksad Sultan Selim, “Şın”dan maksad Şam olduğu anlaşılmıştı.
Tabi asırlar önce vefat etmiş bir zâtın cesedinin çürümemesi, olduğu gibi taptaze kalması hiç şüphesiz onun büyük bir veli ve Allah dostlarından olduğuna delalet etmekteydi. Peki böylesine büyük bir Allah dostunun “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır” diyerek (Hâşâ) Allah’ı kastetmesi mümkün müydü? Dolayısıyla onun bu sözünü tevil etmek ve bu sözde bir hikmet aramak gerekiyordu.
Sultan Selim işte bu meseleyi de açığa çıkarmak için, Muhiddin İbn-i Arabî’nin bu sözü nerede söylediğini araştırdı. Nihayet o yeride buldurdu ve kazmalarını emretti. Başladılar Muhiddin Arabî hazretleri’nin ayağını vurduğu yeri kazmaya…
Bütün şehir halkı toplanmış merakla ne olacağına ve oradan ne çıkacağına bakıyordu. Kazı çalışması tamamlanınca bir de baktılar ki, kazılan yerden içi çil çil altın dolu büyük bir küp çıktı.
Böylece bu meselede anlaşılmış oldu. Demek ki Muhiddîn-i Arabî hazretleri; Şam’da kalbi para sevgisiyle dolu, yaptıkları her işi ve ameli Allah için değil, sırf menfaat ve çıkar için yapanlara, “Siz Allah’a tapıyoruz diyorsunuz, ama yaptığınızı Allah için değil para ve altın için yapıyorsunuz. Dolayısıyla Allah’a değil altına tapıyorsunuz. Sizin o taptığınızda benim ayağımın altındadır.” buyurarak, hem onlara vaaz etmiş, hem de hazinenin yerini işaret etmişti. Fakat o zaman maalesef Onu anlayamamışlardı.
Şeyhu’l-Ekber Muhiddin İbn-i Arabi hazretlerinin kabri Şam’da olup, dünyanın her tarafından gelen ziyaretçilerle dolup taşmaktadır.



28 Kasım 2008 Cuma

Zilhicce ayı için zikir ve dualar



selamun aleyküm

zilhicce ayının ilk 10 günlerini boş geçirmeyelim inşaallah
sohbet eskidir ama burdan zikirleri ve duları ezberlemeye gayret edelim inşaallah mevlam rahmetlerinden bolca nasiplenen kullarından eylesin inşaallahü’r-Rahmân


اللهc.c Emanet olun

Selametle

Gönül Bahçeniz



selamun aleyküm

yayın hayatına uzun zamandır devam eden bir radyo kanalı lalegül fm bilenler çoktur muhakkak ama genede sizinle paylaşmak istedim ilim sohbetleri ve hoş programlarıyla büyük küçük her gönüle girmeyi başardı.
sizlere dinlemenizi tavsiye ederim

yayınlanan sohbetlerden bazıları


GÖNÜL SOHBETLERİ

Ahmet Mahmut ÜNLÜ


MİLLİ VE MANEVİ DEĞERLERİMİZ

Mehmet TALÛ

HAFTANIN SOHBETİ

Metin BALKANLIOĞLU

GÖNÜLLERİN GÜLÜ

Ömer DÖNGELOĞLU


Link: Gönül Bahçeniz



الله c.c Emanet olun

Selametle


26 Kasım 2008 Çarşamba

Günahlar ve Sonuçları







Her bir günahın içinde küfre gidecek bir yol vardır. Günah; istiğfar ile hemen yok edilmezse, kalbi kötülüğe sürükler ve Allâh-ü Teâla’nın itaatinden çıkmış bir kalp hâline getirir.


Soru: Günah ne demektir, günah ve isyanın sonuçları nelerdir?
Cevab: Bismillâhirrahmânirrahim.
Allâh-ü Teâlâ’nın yasakladığı bir işi yapmaya günah denmektedir. Allâh-ü Teâlâ’yı tanımaya, kulluğa engel olan, Allâh-ü Teâlâ ile kulun arasına perde olan herşey günahtır. Günahlar, kebâir yani büyük ve sagâir yani küçük olmak üzere iki türlüdür. Genelde Kur’an-ı Kerim veya Sünnetle yasak olduğu belirtilen ve cezasından söz edilen suçlara büyük günah denmiştir. Allâh-ü Teâlâ’yı tanımaya engel olan ve yapılması hâlinde şer’î ceza gerektiren veya Allâh-ü Teâlâ ‘nın cehennem azâbıyla tehdit ettiği günâhlar kebâirdir. Dünyada cezayı, ahirette de azâbı gerektirmeyen küçük suçlar da sagâirdir. Ancak buradaki büyüklük, kendinden küçük olanına yol açma anlamında değildir. Bir günahın büyük veya küçük diye anılması, kul açısından küçüğüne karşı gevşeklik hakkı doğurmamaktadır. Kimi durumlarda küçük günahlarda ısrar etmek de büyük bir günah olarak görülmüştür. Yani devamlı işlendiğinde küçük günâh, küçük olmaktan çıkar. Nitekim Abdullah b. Abbas (radıyllâhü anhümâ)’dan rivâyete göre Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi Vesellem): “Israr etmekle beraber küçük günah kalmaz, yani küçük günahlar ısrarla işlenmeye devam edilirse, onlar da büyük günah olur. Tevbe ve istiğfar etmekle de büyük günah kalmaz, yani affedilir.” buyurdu.1
Küçük de olsa günahlarda ısrar etmek, hakkın aynası olmak için yaratılan, iman yeri olan kalbi karartır. Günah kalbe işleyip onu karartarak iman nurunu oradan çıkarıncaya kadar katılaştırır. Her bir günahın içinde küfre gidecek bir yol vardır. Günah istiğfar tövbe ile hemen yok edilmezse, kalbi kötülüğe sürükler ve Allâh-ü Teâlâ’nın itaatinden çıkmış bir kalp haline getirir. Bu bakımdan: “Günâhın küçüklüğüne-büyüklüğüne bakma, kime karşı suç işlediğine bak!”
Nevvas b. Sem’an el-Ensarî (radıyllâhü anh) diyor ki: Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi Vesellem)’e, iyilik ve günah hakkında sordum. Şöyle buyurdular: “İyilik, ahlâk güzelliğidir. Günah ise, kalbinde gıcık yapan, içini rahatsız eden ve insanların muttali, yani haberdar olmasından hoşlanmadığın, istemediğin şeydir.”2 Vâbisa b. Ma’bed el-Esdî (r.a.) ya, Resûlullah (Sallallâhü Aleyhi Vesellem): “Birr, yani iyilik ve ism, yani günahı sormaya geldin, değil mi? buyurdu. Vâbisa: “Evet” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (Sallallâhü Aleyhi Vesellem) parmaklarını bir araya getirdi, onunla göğsüne vurdu ve üç kere: “Ey Vâbisa! Nefsine danış, kalbine danış, buyurdu. Devamla da: Birr, (iyilik) Nefsin sükûnet bulduğu, yatıştığı ve kalbin mutmain olduğu şeydir. İsm, (günah) ise müftî olan insanlar sana fetva verseler bile, nefsinde gıcıklık yapan ve kalbinde tereddüt meydana getiren şeydir.” buyurdu.3 Evet, Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi Vesellem)’in, iyilik ve günahı tefsir edişindeki şümûle dikkat etmek gerekir.
Ebu Hureyre (radıyllâhü anh)’den rivayete göre, Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
- Yedi helâk ediciden sakının!
- Onlar nelerdir, Ya Resûlullah!
- Allâh’a şirk koşmak, sihir, Allâh-ü Teâlâ’nın öldürülmesini haram kıldığı bir canı haksız yere, şer’i bir hüküm olmaksızın öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, cihaddan kaçmak ve her şeyden habersiz namuslu mü’min bir kadına zina iftirasında bulunmak.”4
Kısacası: Her bir haram insanı helâka götürür ve ahiretini zararla sonuçlandırır. Şirk, sihir, cana kıymak, fâiz ve yetim malı yemek, cihaddan kaçmak bu günahların en başında gelenleridir. Kurallara uyulduğu müddetçe insanlar felâha ulaşabilir. İnsana zarar veren her şeyden uzak durmak gerekir. Bu yedi maddede sayılanlardan, zarar vermeleri ve helâka sürüklemeleri sebebiyle sakınılmak emredildiği gibi, zarar verme özelliği olan her şeyden kaçınmak gerekir. Sünnetin bir hayat sistemi olduğunu unutmamak gerekir. Özellikle büyük olarak zikredilen günahların bir toplumda yaygınlaşması, o toplumda İslam’ın etki kaybına uğradığını gösterir. En az, farzların yerine getirilmesi kadar haramlardan kaçınılması da Müslümanlık göstergesidir. Hatta haramlardan kaçınmak, farzları yapmaktan daha önemli olup, farzları yapmaktan önce gelir. Önce haramlardan arınmak, haramlardan arınmış bir bünyede farzları eda etmek istenmektedir. Çünkü önce kalp günâhlardan temizlenir, sonra farzları yapmakla süslenir. Günâhlar ve haramlar dînî duyguyu helâk eder, zehirler. Ancak bu zehir, görünürde bal gibidir tatlı gelebilir fakat insanın manevî duygularını öldürür. Bir toplumda haramların işlenmesine karşı bir nevi otokontrol demek olan nehy-i anil-münkerin icrâ edilmemesi, duaların kabul edilmemesinden, âfetlerin çoğalmasına kadar bir yığın musibeti beraberinde getiren bir suç olarak gösterilmiştir. Huzeyfe b. Yeman (radıyllâhü anh)’dan rivayete göre Hz. Peygamber (Sallallâhü Aleyhi Vesellem) Efendimiz:
“Canımı, gücü ve kudretiyle elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz, ya da Allâh kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azab gönderir. Sonra Allâh’a yalvarıp duâ edersiniz ama, duânız kabul edilmez.”5 buyurdu.
Allâh-ü Teâlâ’nın yasaklarından bir yasağın alenî bir şekilde işlenmesi, oldukça ağır bir erime ve çürüme işaretidir. Haramlara cür’etin artması ve alenîleşmesi, iman zâfiyetinin derinleştiğine delâlettir. Bu nedenle büyük günahları işleyenlere ve küçük günahlarda süreklilik gösterenlere fâsık denmiştir. Müslüman şahsiyet olarak, her günahı kaçınılması gereken bir veba olarak görmek durumundayız. Özellikle medya yoluyla teşhir edilen, kimi zamanlarda da teşvik edilen haramlara karşı Müslümanların Allâh-ü Teâlâ’nın ve Peygamber Efendimizin ikazlarını hatırlatmaları, gerekiyorsa sivil toplum örgütleri yoluyla kötü gidişata, haramların yaygınlaşmasına set olmaları imanlarının gereğidir. Bunu yaparken eliyle gücü yetenin eliyle, diliyle gücü yetenin diliyle, hiçbir şeye gücü yetmeyenin de en azından kalbiyle tepki göstermesini bilmesi gerekmektedir.
Ebû Said el-Hudri (radıyllâhü anh)’den rivayete göre Peygamber Efendimiz: “Sizden her kim bir münker, (Kötülük, çirkin, dine aykırı bir iş) örürse, onu eliyle, fiilen değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle ve kalemiyle değiştirsin, kötülesin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle buğz etsin, düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın asgarîsi, en zayıf derecesidir.” buyurdu.6
Böyle bir görev fazîlet değildir. Bir îman görevidir. Sorumluluk taşımanın, cemâat ehli ve cennet tâlibi olmanın en tabii sonuçlarındandır. Müslümanların câmilerle ve minarelerle övünürken, câmilere komşu olmaya kadar varan yaygınlığı ile meyhâneleri ve diğer münkerât merkezlerini görmezden gelmeleri, mâkul bir gerekçeyle izah edilemez.
Haramlara karşı sessizliği, çağımızın bize aşıladığı bazı kavramlarla geçiştiremeyiz. Hak, hürriyet ve benzeri şehvetleri delirten parolalar, ilâhî azabtan kurtulmaya yeten deliller değildir. Haramların helallerden daha serbest ve daha cazip hale gelmesi, en iğrenç günahların bile hürriyet ve hak panoları ile gizlenmesi kabullenilemez. Eski ümmetlerin helak süreci olan bir sürece girmiş bulunuyoruz. Dini ve ahireti anlatma mevkiinde olanlar bile sessizliği tercih ederek, bu vahim gidişe dolaylı yolla da olsa destek olmaktadırlar. İslam toplumu bu olamaz. Allâh-ü Teâlâ’nın gazab ettiği ve en ağır azabı uygun gördüğü suçlar sağımızı solumuzu, elimizi ve beynimizi etkisi altına almışken biz, namazla ve hacla gönlümüzü oyalayamayız. Her azan haram, iki hakikati dillendirmiş olur: Birincisi: Allâh-ü Teâlâ’nın hükümlerinden bir hüküm unutulmuş veya görmezden gelinmiştir. Bu bir eksiklik, Müslümanlığımız adına üzüntü kaynağımızdır. İkincisi: Her işlenen haram, Allâh-ü Teâlâ’nın azabına doğru ilerleyen bir insan demektir. Bu bir kayıptır. Ateşe karşı Müslümanların kendilerini, âile efrâdını ve mümin kardeşlerini düşünüp kollamaları, kardeş olmanın en tabii gereklerindendir. Haramlara karşı bilinçli ve tepkili bir mümin olmak istiyoruz. Haramlardan ve harama sessiz kalma haramından Allâh-ü Teâlâ’ya sığınırız.
Günah ve İsyanın Sonuçları:
* İlimden yoksun kalmak: Zira ilim, günahkâra verilmez.
* Rızkın kesilmesi: Günahkârın rızkı harama gider, Allâh-ü Teâlâ’nın bereket ve ihsanı kalkar.
* Kalp ve rûhun bozulması: Fıtrata uygun hâl bozulur, hissizlik, vicdansızlık, korkusuzlukla tövbeden uzaklaşır. İç dünya kararır, kalp paslanır, hayâ duygusu ve ahlâk kalkar.
* İnsanlardan uzaklaşma: Nefsi ve en yakınlarıyla, toplumla yabancılaşan günahkâr, yalnız kalmaya mahkûm olur.
* Her günah iz bırakır: Günahların sonucu vücud, akıl ve diğer organlarda bir kötülük doğurur. Her günah bir başka günaha yol açar.
* Her günah, İslâm dışı gelmiş geçmiş bütün çirkin ulusların mîrâsıdır. Mesela; kibirlenmek Firavun’un; eşcinsellik Lût kavminin mirasıdır.
* Günah ve isyan, Allâh-ü Teâlâ’nın azabının hak olmasına yol açar. Bela ve musibet gelir. Günahın geçmişe, şimdiye ve gelecek kuşaklara zararı dokunur.
* Günahkârlar, meleklerin tövbe ve istiğfarlarından, Peygamber Efendimizin şefaatinden mahrum kalırlar. Günahlar insanların îmânını zayıflatır. Unutulmamalıdır ki her nîmet külfet karşılığıdır. Cennet ve Cemâlullâh’ı isteyenler nefse tatlı gelen günahlara girmemek için birtakım külfet ve zorluklara katlanmak ve Allâh-ü Teâlâ’ya sığınmak zorundadır. Müminler ihsan sırrı ile Rablerine, kendilerini görüyormuş gibi kulluk ederler. Sol omuzlarında günahlarını yazan bir meleğin olduğunun şuuru içinde hareket ederler. Güç yettiğince günahlardan sakınıldığında Allâh-ü Teâlâ küçük günahları affedecektir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız.”7


DİPNOTLAR
1 - Camiul-ulûm vel-Hikem, 1/179
2 - Müslim, Birr: 14, 15; Tirmizî, Zühd: 52; Darimî, Rikak: 73; Ahmed b. Hanbel, 4/182, 227, 228, 5/251, 252
3 - Darîmî, Buyu: 2.
4 - Buhârî, Vasaya:23; Müslim, İman:145
5 - Tirmizi, Fiten: 9, Ebû Davûd, Melâhim: 16, A. b. Hanbel, 5/388.
6 - Müslim, İman:78, Tirmizi, Fiten:11, Nesei, İman:17
7 - Nisâ sûresi:31

Elifba Oyunu

Flash Oyunlar

Elifba Oyunu

border=

_______________________________

Kur'an Her Zaman
































çok sevdigim ve devamlı takip ettigim bir yer olarak sizlerede tavsiye etmek istedim.

İçerik olarak aşağıda verilen konu başlıklarındaki doyurucu bilgiler haricinde 3 ayrı kıratta Kur’an-ı Kerim’i dinleyebiliyor, özel dinleme listesi oluşturabiliyor ve dinlediğiniz sureleri Feyzu’l Furkan Kur’an-ı Kerim mealinden görsel ve işitsel olarak da takip edebiliyorsunuz.
KUR'AN-I KERİM
  • Tarifi ve İsimleri
  • Kur'an'ın Tarihi
  • Kur'an'ın Tertibi
  • Kur'an'ın Mahiyeti
  • Kur'an'ın Muhtevası
  • İ'câzı ve Üslûbu
  • Açıklanması ve Yorumlanması
  • Kur'an İlimleri
  • Kur'an Tercümesi
  • Kur'anla İlgili Fıkhî Hükümler
  • Kur'an ve Kitab-ı Mukaddes
  • Edebiyat
  • Literatür
FEYZÜ'L FURKAN
  • Kur’ân-ı Kerim’e Dair Genel Bilgiler
  • Mushaf'a Nokta ve Hareke Konulması
  • Sure ve Ayet
  • Kuran'ın Kıraatleri
KAB Platformu
  • Kur'an'a Çeken Yollar
  • İnsan Kur'anla Niçin ve Nasıl Buluşmalı?
  • Kur'ân "Biz" e İndirildi
  • Kur'ân'ı Anlayarak Okumak Gerekir
  • Kur'ân Meali Okurken Dikkat Etmemiz Gereken Bazı Hususlar
  • Feyzü'l Furkan ve Açıklamalı Kur'an Meali'nin Muhteva Özellikleri

İşte Link
:

Kur'an Her Zaman



الله c.c Emanet olun

Selametle

Misvak kullanmanın diş sağlığı üzerine etkileri

Peygamber Efendimiz (sav), ağız temizliğine ve diş bakımına da çok önem vermişlerdir. Bunun için misvakla dişlerini fırçalamışlar, ümmetine bu konuda tavsiyelerde bulunmuşlardır.
Misvak sıcak bölgelerde yetişen "erak" ağacının kökleridir. Lifli bir yapısı vardır. Biraz ıslatılıp ezilince fırçamsı bir hal alır. Hem mekanik hem de kimyevî olarak pek çok faydaları vardır. Bunları Hadisi Şerifler ve bizzat Rasulûllah`ın uygulamaları ışığında madde madde açıklamaya çalışalım.

1. Misvak, ağız için temizlik, Allahu Teala`nın rızasına sebep ve gözlere de ciladır, (1)
2. Misvak ağız için temizliktir ve Aziz ve Celil olan Allah`ın rızasına sebeptir. (2)
3. Misvakta on hassa vardır: Ağzı tatyib eder, diş etlerim güçlendirir, göze cila verir, balgamı giderir, dişin çürümesini önler, sünnete uygun olur, melaikeyi sevindirir, Rabbi razı eder, hasenatı artırır, mideye sıhhat verir. (3)
4. Misvak kullanın. Zira misvak ağzı temizler ve Rabbin rızasını kazandırır. (4) Bu hadis-i şeriflerde misvakın faydaları zikrediliyor. Misvak kullanmak, ağız için temizlik ve hoşluk sebebidir. Fırçalanmayan dişler sararır, aralarında ve diplerinde gıda artıkları birikir. Bunlar ağız kokusuna ve diş çürümelerine sebep olurlar. Diş etlerinde iltihaplanmalar olur. Misvak kullanmakla dişlerin çürümesi ve diş etlerinin iltihaplanması önlenir. Misvakın gözlere canlılık vermesi ve balgam söktürücü etkisi kimyasal özellikleriyle ilgilidir.
Allah-u Teala güze! olan şeyleri, temiz olan şeyleri; peygamberinin tavsiyelerine uyulmasını sevdiği için, misvak kullanılmasından hoşnut olur. Melekler de temiz olan şeyleri severler ve kötü kokulardan rahatsız olurlar. Onun için on!ar da sevinirler.
5. Misvak, erkeğin fesahatini artırır. (5) Fesahat, güzel konuşmak demektir. Sesin oluşumunda dişlerin de fonksiyonu olduğu için, temiz ve bakımlı dişlerin sesin güzelleşmesine katkıda bulunacağına işaret ediliyor.
6. Niçin sararmış dişleriniz ile huzuruma giriyorsunuz? Misvak kullanınız! (6) Bu hadis-i şerifte ağız ve diş bakımı yapmayanlara bir azarlama var. Kendilerine zarar verdikleri gibi, çevredeki kimseleri de kötü görünüşleri ve ağız kokularıyla rahatsız edeceklerine işaret ediliyor.
7. Şu dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir: Sünnet olmak, koku sürünmek, misvak kullanmak, evlenmek. (7) Peygamberler insanlığın rehberleridir. Peygamber (sav) Efendimizden önceki peygamberlerin de ağız ve diş bakımına önem verdikleri, misvak kullandıkları ifade ediliyor.
8. Misvak ve cuma guslü her Müslüman için gereklidir. (8)

Buraya kadar misvakın lüzumu ifade edildikten sonra, bundan sonraki hadis-i şeriflerde Rasulûllahın uygulaması anlatılıyor:

1. Misvak kullanmadan uyumazlardı. (9)
2. Uyudukları zaman misvak başuçlarında bulunurdu. Uyandıkları zaman da ilk önce misvak kullanırlardı. (10)
3.Misvakı enlemesine kullanır, suyu emerek (süzerek) içerlerdi. Üç defa nefes alır ve derlerdi ki:
Bu türlü içmek daha iyi, hazmı daha kolay ve sıhhate daha uygundur. (11)
4. Aişe (Ra) şöyle demiştir: "Peygamber (sav) evine girdiği zaman ilk yaptığı iş, misvak ile dişlerini temizlemek olurdu" (12)
5. Ebu Musa (ra) şöyle dedi "Ben Peygamber`in huzuruna girdim, misvağın bir ucu dilinin üzerinde bulunuyordu." (13)
6. Rasulullah (sav) hiçbir namaza misvak kullanmadan çıkmazdı. (14)
7. Rasulullah (sav) geceleyin teheccüd namazı kılmak için kalktığı zaman ağzını (dişlerini) misvak ile ovalardı. (15)
8. Rasulullah (sav) geceleri iki rekatta bir selam vererek teheccüd namazı kılar ve her selam verişinde misvak kullanırdı. (16)
9. Abdullah ibni Abbas (ra), şöyle anlatmıştır: Bir gece Peygamber (sav) `in yanında kaldım. Peygamber gecenin sonuna doğru kalkıp dışarı çıktı, semaya baktı, sonra Al-i İmran süresinin şu ayetlerini okudu:
"Hakikat, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirleri ardınca gelişinde temiz akıl sahipleri için ibret verici deliller vardır. Onlar ayakta iken, oturur iken, yanları üstünde yatar iken hep Allah`ı hatırlayıp anarlar ve göklerin, yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler. Şöyle derler: Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen pak ve münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru."
Sonra eve döndü, misvaklandı ve abdest aldı. Sonra kalkıp namaz kıldı, sonra yattı. Sonra kalkıp tekrar dışarı çıktı ve semaya nazar etti. Yine bu ayetleri okudu. Sonra döndü, tekrar misvaklandı ve abdest aldı. Sonra kalkıp namaz kıldı. (17)

Resulullah (sav) Efendimizin misvakla ilgili emir ve tavsiyeleri şöyle:

1. Ümmetimi meşakkate düşürmüyor olsaydım, onlara her namazın önünde misvakı emrederdim. (18)
2. Ümmetime zorluk vermemiş olsaydım, her abdestte misvak kullanmalarım emrederdim. (19)
3. Oruç tuttuğunuzda sabahleyin misvak kullanın, lakin akşama doğru kullanmayın. Akşam üzeri iki dudağı kurumuş oruçlu bir kimse için misvak uygun olmaz. Zira o kurumuş dudaklar kıyamet gününde gözü önünde bir nur olacaktır. (20)
4. Sizin ağızlarınız Kur`an için yollardır. Onları misvakla temizleyin. (21)
5. Misvak kullanınız. Zira misvak ağzı temizleyen ve Rabbi razı eden bir alettir. Cebrail her gelişinde bana misvak kullanmayı tavsiye etti. Öyle ki, bana ve ümmetime farz kılacağından korktum. Ümmetime zorluk vereceğinden korkmamış olsaydım misvak kullanmalarını emrederdim. Ben o kadar çok misvak kullanırdım ki, dudaklarıma iz yapmasından ve dişlerimin aşınacağından korkardım. (22)
6. Bana misvak kullanmak o derece emredildi ki, bu konuda bana bir vahiy gönderileceğini sandım.(23)
7. Ben, misvak kullanmakla o derece emredildim ki, üzerime farz kılınacağının sandım. (24)
8. Cebrail misvak kullanmayı bana o kadar tavsiye etti ki, azı dişlerimden endişe ettim. (25)
9. Misvak kullanarak kılınan namazın fazileti, misvak kullanmadan kılınan namazdan yetmiş kat fazladır. (26)
10. Misvak olmadığında, parmak misvak yerine geçer. (27)
Hadis-i şeriflerde ağzın her zaman temiz tutulması gerektiğinianlıyoruz. Misvak olmadığı zaman başka bir şeyle de bu temizliğin yapılabileceği ifade ediliyor. İmkanların ve araçların çok fazlalaştığı günümüzde bile toplumlar ağız ve diş sağlığına gereken önemi vermiyorlar. Resulullah (sav) Efendimizin uygulamalarının ve tavsiyelerinin ne kadar güzel ve her zaman geçerli olduğunu görüyoruz.
- Panzehir dergisinden -

Dipnotlar :

Müslim tercümesi : (12) c.1 s. 327/44, (13) c.1 s.327/45, (15) c.1 s. 328/46. (17) c.1 s.328/48
Tirmizi-tercümesi : (7) c.1, s.246/5, (18) c.1, s.38/22
Terğîb ve Terhîb tercümesi : (4) c. 1 s. 246/6, (14) c.1 s. 246/8, (16) c.1 s. 247/9, (19) c.1 s. 244/2, (22) c.1 s. 247/10, (23) c.1 s. 248/11, (24) c.1 s. 247/12, (25) c.1 s. 247/13, (26) c.1 s. 250/16,
Ramuz el-Ehadis : (1) s. 214/10, (2) s. 214/7, (3) s. 325/1, (5) s. 214/8, (8) s. 214/9, (9) s.548/2, (10) s. 548/3, (11) s. 554/14, (20) s.3/4, (21) s.116/ 8, (27) s. 190/1,
İhya : (6) c.1 s.354

Kaynak:
www.saglikvakfi.org.tr

25 Kasım 2008 Salı

İslâm Hukûkunda Zarûret ve Kolaylaştırma Prensipleri







İslâm hukûku zarûreti ve bazı yerlerde de hâceti (ihtiyacı); güçlüğü kaldırmak olarak değerlendirerek, normal zamanlarda izin vermediği bir çok meselede zarûrete binâen izin vermiş, hatta bazı yerlerde bu izni farziyet makamına çıkararak, yapılmadığı takdirde günah olarak saymıştır. Fukahâ arasında bu prensip “Zarûretler yasakları mübâh kılar” şeklinde değerlendirilmiştir.


Bizleri yoktan var edip İslâm nimetiyle nimetlendiren Rabbimiz’e hamd eder, “Allah katında en sevimli din, geniş ve kolay olan Hanif Dini’dir” diye buyuran Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e ve Onun en sıkıntılı olduğu zamanlarda yanında olan ve Allah’tan getirdiği dinin yayılması için son derece gayretlerini sarf eden Âl ve Ashâbına salât ve selâm ederiz. Genel prensip olarak câiz olmayan bir takım dînî meseleler hakkında “zarurete binaen câizdir” denilerek ilim adına birçok meselelerin konuşulduğunu ve insanlar arasında tedavül ettiğini görmekteyiz. Bundan dolayı bu ayki köşemizde usulle alâkalı olarak “İslâm hukukunda zaruret, ihtiyaç nedir? Hangi durumda bunlar haramı helâl yapar? İslâm hukukçularının bu konudaki görüşleri nelerdir?” gibi meseleleri ele alıp inceleyeceğiz.
İslâm Hukuku’nda kabul edilmiş genel prensiplerden biri de güçlüğü kaldırmak ve insanlar için kolaylaştırma nazariyesi olduğu bir gerçektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in sünneti, bu prensibi açıkça ifade etmektedir. İslâm hukuku zarureti ve bazı yerlerde de hâceti (ihtiyacı); güçlüğü kaldırmak olarak değerlendirerek, normal zamanlarda izin vermediği birçok meselede zarurete binaen izin vermiş, hatta bazı yerlerde [zor durumda olan kimsenin lâşe veya domuz eti yemesi gibi] bu izni farziyet makamına çıkararak yapılmadığı takdirde günah olarak saymıştır. Fukahâ arasında bu prensip, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’nin de 21. maddesinde ifade edildiği gibi; “Zarûretler yasakları mübâh kılar” şeklinde değerlendirilmiştir. Mecelle şârihlerinden Atıf Efendi, diğer fukahâ gibi mezkur olan kaidenin şerhinde “Zaruretler her memnû olanı mübâh kılmaz” diyerek sözüne şu şekilde devam etmiştir: “Usul-u fıkıh ilminde beyan olunduğu vecihle haramlılık ve yasaklılık üç nevidir:
1- Bir başkasını öldürmek veya uzvunu kesmek fiillerinin haramlığı gibi, asla sâkıt olmayan yani, kendisine hiçbir şekilde ruhsat verilmeyen haramlıktır.
2- Lâşeyi yemenin haramlığı gibi, zaruret ile sakıt olan haramlıktır.
3-Bir başkasının malını telef etme haramlığı gibi, sakıt olmayıp zaruret vaktinde ruhsata muhtemel olan yani, alâkalandığı yer genel olarak helâl olmaz ise de, haramlığın devam etmesiyle beraber taalluk ettiği fiilin işlenmesi, Allâh-ü Teâlâ tarafından ruhsat verilen haramlıktır.” Atıf Efendi, yasaklılığın bu üç kısmını beyan ettikten sonra “Zarûretler yasakları mübâh kılar” kaidesinin, yasaklılığın birinci kısmında geçerli olmayacağını ifade ederek, şayet kişi öldürülmek veya uzuvlarından herhangi birinin kesilmesi üzerine tehdit edilse bile, bir başkasını öldürmesi veya herhangi bir uzvuna zarar vermesi câiz olmayacağını ifade etmiştir. Yani bu kişi için her ne kadar zaruret tahakkuk etmişse de, kendisi için yasak olan bu fiili işlemesine fıkhen izin verilmemiştir. Görüldüğü gibi zaruretin oluşması, haram olan bu fiili helâl kılmamıştır. Ancak zaruret kendisi için tahakkuk etmiş olan kimseden öldürme işlemi vaki olması durumunda, kısasın ikrah-ı mülci’e ile, zorlayana mı, yoksa öldürme işlemini yapan fâile mi uygulanacağı hakkında ihtilaf olunmuşsa da, mezhep içinde kabul olunan görüşe göre “âmir-i mücbir” dediğimiz zorlayan kimse üzerine uygulanacağı ifade edilmiştir. Şayet zaruret, yasaklığın ikinci kısmında meydana gelse, bu yasaklık Mecelle’nin 21. maddesi doğrultusunda mübâhlığa, yerine göre de farziyete intikal eder: Ölmek üzere olan kimsenin hayatını korumak için, domuz veya leş etinden yemesinin haramlığının kalkması gibi. Eğer zaruret yukarıda zikri geçen yasaklığın üçüncü kısmında meydana gelse, bu durumda yasaklık küllî olarak mübâh olmazsa da, günahın olmaması ve fâilin de sorumlu olmaması cihetiyle mübâh muamelesi yapılır. Nitekim açlıktan ölmek üzere olan kimsenin (şartları oluşması doğrultusunda) bir başkasının malını rızası olmasa bile alıp yemesi câizdir. Ancak Mecelle-i Adliye’nin 33. maddesi olan “Zor durumda kalmak başkasının hakkını iptal etmez” kaidesince de, malını zayi ettiği kişinin rızasını alması veyahut yediği malın bedelini ödemesi gerekir. Buraya kadar ifade ettiğimiz meselede, fukahâ arasında önemli bir ihtilaf yoktur. Ancak lugatta şiddetli sıkıntı manasına gelen, dinde de haramı helâl yapan zaruretin târifi, bir de Mecelle-i Adliye’nin 32. maddesi olan “Hâcet umumi olsun, hususi olsun zaruret menzilesine indirilir” kaidesinde geçen “hâcetin” manaları hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Gücümüz nisbetince bu farklı görüşleri serd etmeye gayret edeceğiz.
Zaruretin târifi: Mecelle şârihlerinden Ali Haydar Efendi: “Dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeye mecbur eden, durum”a, ‘zaruret’ derken, Hidâye şârihi İbni Humam: “Kişinin öyle bir duruma gelmesi ki, şayet yasak olan şeyi işlemese helâk olmasıdır” diye beyan etmiştir. Ebubekir Cessas gibi bazı âlimler de: “Kişinin kendisi veya uzvu helâk olması” olarak beyan etmişlerdir. Muvafakat sahibi Şâtıbî ve bu gibi düşünen bazı âlimlere göre de zaruret: “Dünya ve âhiret maslahatının kıyamı için olmazsa olmaz olan, şöyle ki; yapılmadığı takdirde dünya maslahatı istikametinde câri olmayacağı gibi, âhirette de kurtuluşun olmayacağı ve nimetlerin kaçmasına sebep olan şey” olarak târif etmişlerdir. Mevsuatil Fıkhiyye’nin ifadesi doğrultusunda usulcülere göre zaruret: (zaruri olan beş şey) dediğimiz “dinin, nefsin, aklın, nesebin, malın muhafazasından biri üzerine korkmak” olarak târif edilmiştir. Curcânî gibi diğer âlimler de: “Kaldırılması mümkün olmayan nazile (gelen bir mesele)” olarak beyan etmişlerdir.
Mâlikîlere göre zaruret: “Helâktan veya çok şiddetli zarardan korkmaktır.” Şâfiî fukahâsından olan İmâm-ı Remlî “Nihayetül Muhtaç” kitabında zarureti: “Ölümden veya hastalıktan korkmak veyahut ta bunların dışında abdestin halefi olan teyemmümü, suyun bulunmasıyla beraber mübâh kılan her türlü mahsur” diye târif etmiştir. Yine zaruretin târifiyle alâkalı üstadım Halil Gönenç hocamızın “Günümüzün Meseleleri” adlı eserinde “Muğni El- Muhtac” kitabından naklen şu ifadeler vardır: Zaruretin çeşitleri, târifleri vardır. Bir kısmı şunlardır:
a) Can veya organ helâkinden endişe etmek.
b) Ölüm veya şiddetli hastalık, ya da onun artmasından veya uzamasından veyahut arkadaşlarından geri kalmaktan endişe etmek, zarurettir. Hanbelî mezhebinde zaruretin târifine gelince, mezhepte farklı görüşlerin olduğuna muttalî olduk. Yaptığımız mütâlaa neticesinde mezhep içinde sahih olan târif: “Kişinin sadece telef olmaktan korkması” şeklindedir, bunun dışındaki korkulara zaruret demiyorlar. Ancak 1 ifadesiyle kişinin teleften, zarardan, hastalıktan veya yolda arkadaşlarından geri kalmaktan korkmasına da zaruret diyorlar. Genel olarak yukarıdaki târiflere baktığımız zaman, zaruret hakkında munzabıt bir târif getirmenin güç olduğu görülmektedir. Zira bu târifleri furû’i meseleler üzerinde uygulanmasına baktığımızda, bazıları bu târifleri biraz daha genişletirken, diğer bir kısmı da bu çerçeveyi biraz daha daraltmıştır.
Özetlemek gerekirse; kişinin canı veya uzvu üzerine korkması, Hanbelîlerin haricinde genel olarak zaruret olduğu kabul edilirken, bazıları da bu çerçeveyi biraz daha genişleterek (zaruri olan beş şey) dediğimiz dinin, nefsin, aklın, nesebin, malın muhafazasından biri üzerine korkmayı katmaktadırlar. Bu konuda her ne kadar farklı yaklaşımlar olsa da, usul-ü fıkıh kitaplarımızın, dünyevî maslahatın kısımlarından olan zaruriyyat, haciyat, tahsiniyyat konularına baktığımızda ve bunların reyal olarak furû’i fıkıhdaki uygulamalarını müşahade ettiğimizde (zaruri olan beş şey) zaruret olarak tanımlamanın kanaatimce daha şumullü olacağına inanıyorum.
Fukahâ arasında “zarûret’in, yasakları mübâh kılmasının” ne demek olduğunda da görüş ayrılığı olmuştur: Zaruretler, haram olan şeylerden bu sıfatı kaldırarak zaruret haline düşmüş kimseye bunları helâl mi kılar? Dolayısıyla zaruret halinde bunları yapan kimse, helâl olan bir şeyi yaptığı için günah işlememiş mi olur? Yoksa zaruret, haram ve yasak olan şeyin -haram sıfatını değil- onu işlemenin günahını mı kaldırır? Hanefîler ve onlarla aynı görüşte olanlar, zaruretin mübâh kıldığı yasak ve haramları ikiye ayırıyorlar:
a) Zaruretin haram vasfını kaldırdığı ve mübâh hale getirdiği, dolayısıyla da işleyene günah olmayan haram ve yasaklar. Bu nevi yasaklarda zaruretin hükmü; haramlık vasfını ve işleyenden günahı kaldırmaktır ki, bazen bunu işlemek farz da olabilir.
b) Zaruretin, haramlık vasfını kaldırmadığı, sadece işleyenden günahı kaldırdığı haramlar. Bunlar, işleyene günah olmaması bakımından mübâh, haramlık vasıflarının kalkmamış olması bakımından ise haram gibidir.
Bu nevinin örneği; zorlanan bir kimsenin küfrü (dinden çıkmayı) gerektiren bir iş işlemesi veya mecbur kalan birisinin, diğerine ait malı itlâf ve imha etmesidir. Şâtıbî’nin, el-Muvâfakât adlı eserinde ifade ettiği kanâatine göre; zaruret ruhsatı gerektirir, ruhsatın hükmü, haramlık vasfı’nın kalmasıyla beraber, mecbur olup işleyenden yalnızca günahı kaldırmak değil, zarûretin ilgili bulunduğu haramdan, haramlık vasfını kaldırmaktır. Şâtıbî’nin bu ifadesinden anlaşılan; zaruretin mubâh kıldığı haramların, Hanefîler tarafından yapılan ikili taksimi gibi olmamasıdır. Şâtıbî, eserinde bu kanâatini isbat için birçok delil serd ediyor, daha sonra da kendi kendine şöyle bir itiraz yöneltiyor: “İslâm âlimleri, mecbur kalan kimsenin, ölmekten korkuyorsa lâşe hayvanı yemesinin gerekli olduğunda ittifak etmişlerdir. (Aslında bu konuda ekseriyetin görüşü her ne kadar böyle olsa da, Ebu Yusuf, Mühezzeb sahibi Ebu İshak ve Hanbelîlerden bir görüşe göre: Muztar durumda kalan kimsenin lâşe veya hınzır eti yemesi her ne kadar mübâh olsa da vacip değildir, nitekim bu konuyla alâkalı Mukarenî, Zuhayli İbni ame’nin “Muğni”sinden nakletmiştir.) Şâtıbî’nin sözüne dönecek olursak: Bu, yani mecbur durumda kalan kimsenin, ölmekten korkması durumunda lâşe hayvanının etini yemesinin gerekli olduğu, zaruret hâlinin sevkettiği ruhsatı kullanmasının farz olduğuna delâlet etmektedir. Şu halde bunun hükmü devamlı olarak mübâh olmak değildir...” Şâtıbî, sonra da bu itiraza şu cevabı veriyor: “Helâl yiyecek bulamayan bir kimseye, kendisini açlık sıkıntısından kurtarmak ve sıkıntısını gidermek maksadıyla murdar hayvan etini yeme hususunda ruhsat verilmiştir. Kişi açlıktan ölüm tehlikesiyle karşılaşır ve murdar hayvan etini yemek suretiyle de tehlikeyi atlatma imkânını bulursa hayatını kurtarmak kendisine -şu âyetle- emredilmiştir: “kendinizi öldürmeyiniz...” Abdulkerim Zeydân’ın ifadesiyle sanki Şâtıbî, zarûret haline düşmüş bir kimsenin murdar hayvan eti yemesine iki yönden bakmıştır.
a) Şârî, umûmî olarak yasakladığı bir şey hakkında ona izin vermiştir, bu yönden bakılınca yemek, ruhsat yoluyla mübâhtır, burada mübâh kılmak ve izin vermek, zarûret hâlinin gerektirdiği bir ruhsat mahiyetindedir.
b) Kişinin kendi hayatını kurtarma yönünden bakmıştır; bu ise farzdır çünkü, yukarıda zikredilen âyet bunu emretmiştir. Şâtıbî’ye göre buradaki farz oluş, ruhsat hükmüyle değil, başka bir delilden (âyetten) çıkarılmıştır. Zarûretin sevkiyle meydana gelen hükmün fıkhî keyfiyeti hakkındaki tartışma ne olursa olsun, bütün İslâm hukukçuları zarûrete düşmüş kimsenin, murdar hayvan eti vb. haram şeyleri yemesine -içine düştüğü zarûret haline bakılarak- izin olduğunda ittifak etmişlerdir.
Aynı şekilde bazı zaruret durumlarında, murdar hayvanı yemek gibi ruhsatları uygulamanın farz olduğunda da ittifak edilmiştir; bu farz oluşun “zarûretten mi, yoksa başka bir delilden mi?” doğmuş bulunduğu, somut olarak sonucu pek değiştirmez. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi zaruretler bütün yasak ve haram olan şeyleri mübâh kılmaz. Ayrıca bu mübâh oluştan maksat “yapmak ile yapmamanın eşitliği” manâsında mâlum olan ibâhadır. Bu, Şâtıbî ile onun gibi düşünenlerin görüşüdür. Hanefîler ve aynı görüşte olan diğerlerine göre ise zarûretin bazı yasakları kaldırması, Şâtıbî’nin anladığı mânâdadır; diğer bazılarında zarûret sadece günahı kaldırır, haramlık vasfını kaldırmaz.
Hâcetin (ihtiyaçın) târifi: Mecelle-i Adliye’nin 32. maddesindeki “Hâcet umumi olsun, hususi olsun zaruret menzilesine indirilir” kaidesinde geçen “hâcetin” manaları hakkında farklı görüşler ileri sürüldüğünü beyan etmiştik. Elmalılı Hamdi Yazır, İslâm Hukûku adlı eserinde “hâcet”i şu şekilde tanımlamıştır: “Aslında bir diken adı olup, bundan alınarak bir diken gibi insana ızdırap veren ve giderilmedikçe rahat edilmeyen şey manasında kullanılır. Bu itibarla hâcet, nefiste olan bir manadır. Daha sonra hâceti kaldıran husûlü, vücudu matlup olan şeye “hâcet” denmiştir. Bir başka ifadeyle hâcet, kendisinden ihtiyaçsız kalmak mümtenî’ veya güç olup, gerçekleşmesi istenilen mühimmedir.” Elmalılı devâmen: “Aslında hâcet bazı açılardan zaruretten daha genel bir mana ifade eder. Çünkü zaruretten ihtiyaçsızlık mümkün değilken, hâcette mümkün olabilir. Bundan dolayı bazı hâcetlere sabır göstermek imkân dâhilinde iken, zaruretlere karşı sabır göstermek mümkün görülmeyebilir.”
Eşbah şârihi Hamevî kaidesinin şerhinde Fethul Kadir kitabından naklen burada beş merhaleden bahsediyor: Zaruret, Hâcet, Menfaat, Zinet, Fudul.
Zaruret: Kişinin öyle bir duruma gelmesi ki, yasak olan şeyi işlememesi durumunda helâk olacak duruma yakın olması, kişi için zarurettir ve haramı helâl kılar. Bu târifi yukarıda beyan etmiştik. Hâcet: Acıkmış olan bir insan ki, yiyecek bir şey bulamadığı takdirde helâk olmayıp sadece çok sıkıntıda ve meşakkatte olacak. Bu durum kişiye (bizim anladığımız manada) haram olanı helâl kılmaz ancak, farz oruç tutan kimsenin iftar etmesini mübâh kılar. Menfaat: Buğday ekmeği, koyun eti veya yalnız yemek yeme isteğinin olması. Zinet: Tatlı veya şeker isteğinin bulunması. Mefdul: Haram ve şüpheli yemeye geniş olmak. Bu ve bu gibi ifadelere baktığımızda bâhusus Mecelle-i Adliye’nin 32. maddesinin de ifadesi doğrultusunda, Eşbah sahibinin de, Elmalılının da sarahaten ifade ettiği gibi; zaruret ile hâcet arasında fark vardır. Ancak Mecelle şârihi Ali Haydar Efendi mezkür olan kaidenin şerhinde: Eşbah sahibi İbni Nuceym’in, zarureti, hâcetin gayrı kıldığı, yani hâcet ile zaruretin başka başka olduğunu gösterdiğini ifade ederek sözlerine şu şekilde devam eder: “Halbuki bu başka yerde görülmemiştir diyen Pîri Zâde, Eşbah sahibine itiraz eylemiştir. Yani bu kaidede zikir olunan hâcetten maksut adi (normal) ihtiyaç olmayıp, zaruret olan ihtiyaç olması lazım gelir. Şu halde ‘hâcet zaruret menzilesine tenezzül olunur’ ibaresi, ‘zaruret, zaruret menzilesine tenezzül olunur’ manasında olur ki, bu ibarenin adem-i sıhhati zahirdir demek ister.” Ali Haydar Efendi’nin bu ibareleri nakletmesinden anlaşılan, buradaki hâcet ile zaruretin aynı şey olduğunu ifade sadedindedir. Ancak zaruretin yukarıdaki târiflerine baktığımız zaman ve hâcet için verilen furû-i misallere baktığımızda bunun böyle olmadığını müşahede etmekteyiz. Mevlâ Teâlâ hazretleri hakkı hak bilip tâbi olmayı, bâtılı bâtıl bilip kaçınmayı ve ilim, amel, ihlâs yolunda dâim olmayı cümlemize nasip eylesin. Selâm ve muhabbetlerimle.


İslâm Hukûkuna Göre; Kocanın, Hanımı Üzerindeki Hakları

İslâm Hukûkuna Göre; Kocanın, Hanımı Üzerindeki Hakları




Şayet koca, hanımından İslâm’ın yasak etmiş olduğu herhangi bir işi talep edecek olursa, o işi yapmak hanımına vâcip değildir. Bilakis kocasının talebini yerine getireyim diye, İslâm’a muhalif olan herhangi bir işi yapmak haramdır. Zira Yaratıcıya isyanda yaratılmışa itaat olmaz.


Bizleri yoktan var edip insan olarak yaratan Rabbimiz’e hamd eder, insan olarak yaşamanın keyfiyetini bizlere öğreten Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e, Âl ve Ashabına Salât ve Selâm ederiz.
Geçen ayki yazımızda kadının, kocası üzerindeki haklarını ele alıp gücümüz nisbetince incelemeye gayret etmiştik. Bu ayki köşemizde de yazımızın devamı olarak kocanın, hanımı üzerinde olan haklarını siz değerli okuyucularımıza sunmaya gayret edeceğiz. Muvaffakiyet, Allâh-ü Teâlâ Hazretlerindendir.
Kocanın, hanımı üzerinde olan haklarının ehemmiyetini, Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) birçok hadîsi şeriflerinde beyan etmişlerdir. Bunlardan bazıları şunlardır.
Ebû Hüreyre (Radıyallâhü Anh) anlatıyor; Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e “Hangi kadın daha hayırlıdır?” diye sorulduğunda; “Kocası bakınca onu sürura gark eden, emredince itaat eden, nefis ve malında, kocasının hoşuna gitmeyen şeyle ona muhalefet etmeyen kadındır.” diye cevap vermişti1.
Ebû Hüreyre (Radıyallâhü Anh)’ın rivâyet etmiş olduğu başka bir hadîsi şerifte de Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem); “Şayet ben bir insanın başka bir insana secde etmesini emredecek olsaydım; kadına, kocasına secde etmesini emrederdim”2 buyurmuştur. (Buradaki secdeden kastedilen; ibadet secdesi değil, tahiyye dediğimiz saygı secdesidir. Böyle olduğu halde bile, kula secde yapmak İslâm hukûkuna göre kesinlikle câiz değildir. Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in böyle buyurması; koca hakkının önemine işaret etmek içindir.)
Başka bir hadîsi şerifte de Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem); “Nefsim, (kudret) elinde olan Allah’a yemin ederim ki! Kadın, kocasının hakkını eda etmediği müddetçe Rabbisinin hakkını eda etmiş olamaz.”3 buyurmuştur.
Ümmü Seleme (Radıyallâhü Anhâ)’nın rivâyet etmiş olduğu başka bir hadîsi şerifte de Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem); “Hangi kadın, kocası kendisinden razı olarak vefat ederse, cennete girer.”4 buyurmuştur.
İslâm hukukuna göre evin mâlî yükümlülüğü kocaya aittir. Bundan dolayı kadının, kocası üzerinde nafaka vb. mâlî hakları olduğu gibi; kocanın, hanımı üzerinde -miras dışında- herhangi bir mâlî hakkı bulunmamaktadır. Allâh-ü Teâlâ Hazretleri kocanın, hanımı üzerindeki hakları ile alâkalı olarak şöyle buyurmuştur: "Allah’ın, insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler, kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Onun için saliha kadınlar, itaatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar." Başkaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse; vücutlarında iz bırakmayacak ve canlarını yakmayacak bir şekilde) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.”5 Kocanın, hanımı üzerinde olan haklarını icmâlî olarak içinde barındıran bu âyeti kerimeden, İslâm hukukçuları belli başlıklar altında “koca hakları”nı çıkararak şu şekilde ifade etmişlerdir: “Hanımın, kocasına itaat etmesi”, “Kendisi için hazırlanmış olan evde ikamet etmesi”, “Evinden kocasının izni olmadan çıkmaması”, “Kocasının izni olmadan evine kimseyi almaması” ve “Kocanın, hanımını edeplendirme velâyeti”.6 Ancak bu haklar bazı kayıtlarla kayıtlanmıştır. Yazımızda, bu hakları müstakil başlıklar halinde ele alıp âlimlerimizin görüşleri doğrultusunda değerlendirmeye gayret edeceğiz.

Hanımın, kocasına itaat etmesi:
İslâm şeriatı; kadının, kocasının emirlerine itaat etmesini, üç şartın tahakkuk etmesiyle vacip kılmıştır. Bu üç şarttan herhangi biri tahakkuk etmediği müddetçe kadının, kocasına itaat etmesi vacip değildir.
1- Kocanın hanımından yapmasını istemiş olduğu iş ‘zevciyyet’ dediğimiz karı-kocalık işleriyle alâkalı olmalıdır. İlişki için yatağa çağrılan kadının, kocasına itaat etmesi vaciptir. Nitekim bu konuyla alâkalı birçok hadîsi şerifler vardır. Ebû Hüreyre (Radıyallâhü Anh) anlatıyor; Resûlüllah (Aleyhissalâtü Vesselâm) buyurdular ki: “Nefsim, kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl’e yemin ederim ki! Bir erkek, hanımını yatağa davet ettiğinde kadın imtina edip gelmezse, kocası ondan râzı oluncaya kadar semada olan (melekler) ona gadab ederler.” Bir başka rivâyette şöyle denmiştir: “Erkek kadınını yatağına çağırır, kadın da gelmeye yanaşmaz ve erkek öfkelenmiş olarak sabahlarsa, melekler sabaha kadar (bir rivâyette yatağa gelinceye kadar) kadına lânet okurlar.” Bir başka rivâyette de: “Kadın küskünlükle kocasının yatağından ayrı olarak sabahlarsa, melekler onu lânetler.”8 buyurulmuştur.
Şayet kocadan sâdır olan emir, kadının kendi şahsî malını tasarruf etmesi gibi husûsî işleriyle alâkalıysa, kadının bu konuda kocasının emrine imtisal etmesi vacip değildir. Nitekim geçen ayki köşemizde de ifade ettiğimiz gibi evlilik, tarafların husûsî mülkiyetlerinde ortaklığı gerektirmez. Nasıl ki kadın, kocasının malında evlenmek suretiyle ortak olamıyorsa; koca da hanımının husûsî malında nikâh sebebiyle ortak olamaz. Dolayısıyla kocanın, hanımının şahsî malında (koca olmasından dolayı) herhangi bir yaptırımı Hanefî fıkhına göre yoktur.
2- Kocanın, hanımından yapmasını veya yapmamasını istediği iş İslâm’ın emirlerine muvâfık olması lâzımdır. Şayet koca, hanımından İslâm’ın yasak etmiş olduğu herhangi bir işi talep edecek olursa, o işi yapmak hanımına vacip değildir9, bilakis kocasının talebini yerine getireyim diye İslâm’a muhalif olan herhangi bir işi yapmak haramdır. Zira Yaratıcıya isyanda yaratılmışa itaat olmaz.10 Ancak nâfile oruç gibi ibadetleri, kadının, kocasının rızasını almadan yapması doğru değildir. Nitekim bir hadîsi şerifte Efendimiz (Aleyhissalâtü Vesselâm); “Bir kadın, kocası yanında olduğu halde izni olmadan nâfile oruç tutamaz.” buyurmuşlardır.
3 - Kadının, kocasına itaat etmesinin vacip olabilmesinin son şartı da, geçen ayki köşemizde açıkladığımız “koca üzerine vacip olan sorumluluklar”ını yerine getirmesidir. Şayet koca, hanımının nafakası gibi üzerine vacip olan yükümlüklerini, yani kendi sorumluluklarını karşılamıyorsa kadının, kocasına itaat etme mecburiyeti yoktur.
Kendisi için hazırlanmış olan evde ikamet etmesi, evinden kocasının izni olmadan çıkmaması ve kocasının izni olmadan evine kimseyi almaması:
İslâmiyet; kadının, kocası tarafından hazırlanmış evde yerleşmesi ve kocasının izni olmadan dışarı çıkamamasının vacip olmasını iki şartın tahakkuk etmesine bağlamıştır.
1- Mâlum olduğu üzere nikâh akdi sebebiyle erkeğin hanımına vermekle yükümlü olduğu mehir vardır. Mehirin mahiyeti ve oluşumuyla alâkalı bilgiyi geçen ayki yazımızda işlemiştik. Bu mehir, müeccel (vadeli) veya muâccel (peşin) olabildiği gibi bir kısmı peşin, diğer bir kısmı da vadeli olabilir. Kadın mehirden peşin olarak konuşulan miktarını almadığı müddetçe veya peşin miktar konuşulmamışsa ikisinin bulunmuş olduğu yerdeki örfün durumu doğrultusunda (yani ikisinin bulunduğu beldedeki örf, mehirden belli bir kısmının peşin olarak verilmesini tayin ediyorsa ve koca da o miktarı peşin olarak vermediyse) kadının kendisi için hazırlanmış olan evde ikamet etmesi vacip değildir. Peşin miktarının örfen değerlendirilmesi, tarafların belli bir ödemeyi konuşmamaları durumundadır. Şayet taraflar vade veya peşin üzerine anlaşırlarsa örfe bakılmaz.
Yukarıdaki izah doğrultusunda kadın, tahakkuk eden mehrinin peşin olan kısmını almadığı müddetçe, kendisini kocasına teslim etmemeye, kocasının evinden dışarıya çıkmaya ve kocasıyla beraber sefere gitmemeye hakkı vardır. İmâm Ebû Yusuf ve İmâm Muhammed’e göre kendisini bir kere rızasıyla teslim etmesiyle bu haklardan feragat etmiş olur, dolayısıyla itaatsizlik yapmaya hakkı yoktur. İmâm-ı A’zam’a göre kendisini teslim etse bile bu hakları vardır; yani bu konularda itaat etme mecburiyeti yoktur. Hanefî fukahasının bir kısmı sefer konusunda İmâmı A’zam’ın görüşü doğrultusunda fetva verirken, cinsî münasebet konusunda da İmâm Ebû Yusuf ve İmâm Muhammed’in görüşü doğrultusunda fetva veriyorlar. Yani kadın kendini rızasıyla kocasına bir kere teslim etmişse bu konuda daha muhalefet etmeye hakkı yoktur.12
2- Kocasından izinsiz evden çıkmaması veya kocasının rızası olmadan eve birilerini almaması, kadının akrabalık bağlarının kopmaması şartıyladır. Şayet kadının bu konuda kocasına itaat etmesi akrabalık bağlarını kesiyorsa; kadın, akrabalarını ziyaret için evinden çıkarak kocasına muhalefet edebilir. Ancak akrabalığın yakınlık derecesine göre evden çıkacağı veya eve alacağı günlerin miktarı farklı olmaktadır.
Şayet kadının mahremi babası ise haftada bir kere kocası izin vermese de ziyarete gidebilir. Babasının dışındaki mahremlerine ise bir görüşe göre ayda bir, diğer bir görüşe göre ise senede bir kocasından izinsiz çıkabilir. Ancak fıkıh kitaplarımızda tercih olunan görüşün senede bir olmasıdır. Kadının, kocasından izinsiz akrabalarının yanında gecelemesi câiz değildir. Kocası izin vermese bile kadının mahremleri, kadının evine yukarıdaki ihtilaf doğrultusunda belli zamanlarda gelebilirler. Ancak İmâm Ebû Yusuf’tan gelen bir rivâyete göre kadının mahremlerinin, kadının yanına gelmelerinde meşakkat yoksa; kadının, kocasının izni olmadan onların yanına gitmesi câiz değildir.13 Tabi bu meselelerin değerlendirilmesinde anne-babanın veya diğer mahremlerin seferî mesafede olup olmamalarını da göz ardı etmemek gerekir. Zira kadının, kocasının izni olmadan belli zamanlarda bunların yanlarına gidebilmesi; bunların seferî mesafede olmamalarına ve yol emniyetinin bulunmasına bağlıdır. Şayet anne-baba veya diğer mahremler seferî mesafede olurlarsa kadının, kocası olmadan veya mahremsiz olarak onların ziyaretine gitmesi câiz değildir. Şayet kadının anne veya babasından herhangi biri hasta olup bakıma da muhtaç olsa, başka bakacak kimsesi de olmasa, kadın, kocası izin vermese bile bakıma muhtaç olan anne veya babasının hizmetine (velev ki anne-baba Müslüman olmasa bile) ihtiyaç miktarınca gitmesi câizdir. “Kadının ev işlerini yapması kocasına karşı bir borç mudur?” sorusuna Hz. Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in kızı Hz. Fatıma’ya bir öğüt olarak; evin içindeki işlerin kızına, dışarıdaki işlerin de damadı Hz. Ali’ye ait olacağını söylemesi, bize genel davranış biçimini göstermektedir.14

Koca için hanımını edeplendirme velâyeti:
Erkeklerin maddî ve mânevî özellikleri ile ekonomik rolleri onların aile reisi olmalarını tabiî kılmıştır. Aile küçük bir toplumdur. Toplum ise düzenle, nizamla yaşar. Düzen ise bir reisi, bir idareciyi zarûrî kılar. İslâm dininde, devlet başkanından aile reisine kadar her idareci ilahî talimata göre hareket etmek, yönetmek mecburiyetindedir; şu halde onlara itaat, bu talimata itaat demektir. İdare eden veya edilen, bu talimatın dışına çıkar, itaatsizlik ederse müeyyide uygulanır15.
Kadının, kocasına itaat etmemesini meşrû kılacak bir gerekçesi olmaksızın itaat etmemesi durumunda erkeğin, hanımını edeplendirmeye hakkı vardır. Yazımızın başında naklettiğimiz Nisa Sûresinin 34. âyet-i kerimesinde İslâmiyet, bu edeplendirme velâyetini şu şekilde sıralamıştır: İlk olarak koca, hanımına yumuşaklılık ve güzel sözler ile Allâh-ü Teâlâ Hazretlerinin kadın üzerine, kocasına itaati vacip kıldığını, isyan etmesi durumunda hem günaha düçar kalacağını, hem de aile bağlarının kopmasına sebebiyet vereceğini ifade ederek nasihat etmelidir. Şayet bu nasihat fayda vermezse ikinci olarak, yatak boykotu dediğimiz “kadınla aynı yatakta gecelememe” merhalesine geçer. Hanefî fukahasının bir kısmı yatak boykotunu “gece hanımla konuşmamak” olarak açıklarken bir kısmı da “cinsî ilişkiye girmemek” şeklinde ifade etmişlerdir16. Bu merhale de fayda vermeyecek olursa, üçüncü merhale olan “iz bırakmaksızın ve de ızdırap vermeksizin hafif bir şekilde dövme” merhalesini uygular. Hangi sebeple olursa olsun erkeğin hanımını şiddetli ve elem verici bir şekilde dövmeye hakkı yoktur. Kur’an-ı Kerîm’i bize tebliğ eden Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in, hanımlarını hiç dövmediği ve “sizin en hayırlınız hanımlarınıza karşı en hayırlı olanınızdır”17 buyurması da göz ardı edilmemelidir. Bu üç merhale de fayda vermeyecek olursa Nisa Sûresinin 35. âyet-i kerimesi doğrultusunda sulh için hakemlik müessesesine gidilir.

KARI KOCA ARASINDAKİ MÜŞTEREK HAKLAR:
Hukûk-u müşterek dediğimiz karı-koca arasında ortak haklar vardır. Bunların en önemlisi dört tanedir:
1- Tarafların birbirlerine karşı iyi geçim içinde olmaları, içten ve dıştan birbirlerine karşı halis olmaları ve bütün gayretlerini birbirlerini hoşnut etmek üzere harcamaları, birbirlerine olan haklarındandır. Bu şekilde davranmak suretiyle hayat sıkıntılarını beraberce göğüslemiş olurlar ki, bu da hayat ortağı olmanın neticesidir.
2- Hürmet-i musâhara dediğimiz; tarafların birbirleriyle evlenmesinden kaynaklanan akrabalık (sıhriyet) bağıdır. Zira evlilik vâki olmadan önce kadının akrabalarının, kocaya; kocanın akrabalarının, kadına nâmahrem olduğu halde, evlilik vâki olduktan sonra arada sıhriyet oluşarak mahremiyet tahakkuk ediyor. Sıhriyet sebebiyle kendileriyle evlenilmesi yasak olanlar dört gruptur. a-) Usûlün eşleri yani üvey anne ve üvey nine. Üvey ninenin anne veya baba tarafından olmaları, durumu değiştirmez. b-) Fürûun eşleri yani gelinler. c-) Eşin usulü yani kayın valide ve eşin her iki taraftan nineleri. d-) Eşin fürûu, yani üvey kızlar veya bu durumda olan kız torunlar. Lâkin bu son grupta evlenme yasağının olması sadece nikâhla değil, evliliğin zifafla da fiili olarak başlaması halindedir.
3- Şer’î bir mani olmaksızın birbirlerine varis olmaları da ortak olan haklardandır. Kocası ölen bir kadın, kocasının malına varistir. Ölenin, çocuğunun veya oğlunun çocuğu olmaması durumunda dörtte bir, çocuğunun veya oğlunun çocuğunun olması durumunda da sekizde bir alır. Karısı ölen adam da aynı şekilde karısının malına varistir. Ölenin, çocuğunun veya oğlunun çocuğu olmaması durumunda malın yarısını, çocuğunun veya oğlunun çocuğu olması durumunda da dörtte birini alır.
4- İslâmiyet’in mubah kıldığı çerçevede eşlerin birbirlerinden istifade etmesi de müşterek olan haklarındandır. Mevlâ Teâlâ Hazretleri, Ümmeti Muhammed’e aile huzurunu elde ederek dünya ve âhiret saadeti nasip eylesin.
Selâm ve muhabbetlerimle.


- DİPNOT -
1 - Nesaî, nikâh : 3179
2 - Tirmizî, Rada : 1079
3 - İbn-i Mâce, Hakku’z-Zevci ale’l-Mer’e: 1843
4 - Tirmizî, Rada :1081
5 - Nisâ Sûresi: 34
6 - Ahvalü’ş-Şahsiyye, Muhammed Muhyiddin Abdülhamit, s:116
7 - Bedaiu’s-Sanai, Vucubu Daati’z-Zevc.
8 - Buharî: 2998, Müslim: 2596, Ebu Davut:2141
9 - el Ahvalü’ş-Şahsiyye, Muhammed Muhyiddin Abdülhamit, s:116-117
10 - el Fıkhü’l-Mukaren li’l-Ahvali’ş-Şahsiyye Bedran, Ebu’l-Ayneyn Bedran s:272
11 - Ebu Davud, Savm :2102
12 - el Fetava’l-Hindiyye Kitabu’n-Nikah, Fi men’i’l-Mereti Nefseha.
13 - el Ahvalü’ş-Şahsiyye, Muhammed Muhyiddin Abdülhamit dipnot: 117
14 - İlmihal, İSAM, c:2, s:221
15 - Suudi kralı tarafından hazırlatılan Kur’an-ı Kerim Meali
16 - Bedaiu’s-Sanai, Velayeti’t-Te’dîb
17 - Tirmizî, Rada 1082

İslâm Hukûkuna Göre Karı - Kocanın Birbirlerine Karşı Hakları





Evlilikte eşlerin birbirlerine karşılıklı sevgi, saygı ve sadâkat borçları olduğu gibi, birbirlerine karşı bu akitten kaynaklanan bir takım hakları da vardır.

Kocanın, karısı üzerinde hakları olduğu gibi, kadının da kocası üzerinde bir takım hakları vardır.


Bizleri yoktan var eden, bilmediklerimizi bildiren Rabbimiz’e hamd eder, ilim ve hikmetin menbaı olan ve hakkında ‘Andolsun ki, sizin için Resûlullah’da bir güzel nûmune-i imtisal vardır’1 , diye buyrulan Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e, ve Allah’ın kelamını yüceltmek için bütün gayretlerini harcayan, Âl ve Ashâbına salât ve selam ederiz.
Mâlum olduğu üzere, erdemli bir toplum elde etmek, erdemli bireyler yetiştirmekten geçer. Zîra düzgün olmayan fertlerden, düzgün toplum elde etmek elbette mümkün değildir. Erdemli bireyler ise sağlam temellere oturtturulmuş, İslâmî ölçüler ışığında kurulan aileler vasıtasıyla oluşur.
Çünkü ahlâk bakımından sağlıklı nesilleri elde etmek, ancak bu nesillerin bir evlilik içinde meydana gelmesi ve anne- babanın müşterek ilgi ve sorumluluğu altında büyütülmesiyle mümkün olmaktadır. Ayrıca toplumsal ahlâkın muhafaza edilmesinde, kadın - erkek ilişkilerinin İslamî ölçülerde bir evlilik zeminine dayanmasının büyük önemi olduğu da bilinmektedir. Bundan dolayı bu ayki köşemizde evlilik müessesesini oluşturan tarafların yani karı - kocanın birbirlerine karşı olan haklarını, İslam hukuku açısından gücümüz nispetince inceleyeceğiz. Şüphesiz ki muvaffakiyet Mevla’dandır.
Karı - kocadan her birine, birbirlerinden İslamî ölçüde menfaatleşme hakkı veren, birlikte yaşamayı serbest eden ve karşılıklı hak ve ödevler yükleyen sözleşmeye; evlenme (nikâh) akdi denir.2 Evlilikte eşlerin birbirlerine karşılıklı sevgi, saygı ve sadakat borçları olduğu gibi birbirlerine karşı bu akitten kaynaklanan bir takım hakları da vardır.
Araştırmamızı, kadının, kocası üzerindeki hakları; kocanın, karısı üzerindeki hakları ve bunların birbirleri üzerinde olan müşterek hakları olarak üç başlıkta ele alacağız. Ancak bu ayki köşemizde bu başlıkların birincisi olan kadının kocası üzerindeki haklarını ele alacağız. Diğer iki başlığı ise önümüzdeki sayılarda yazmaya gayret edeceğiz.

Kadının, Kocası Üzerindeki Hakları
Dinimiz evlenmeyi teşvik etmiş, evlenmenin kolaylaştırılması, nişan, nikâh ve düğün törenlerinde gösteriş ve israftan kaçınılmasını tavsiye etmiş, âyet ve hadislerle de karı - kocanın birbirlerine karşı hak ve sorumluluklarını belirtmiştir. Tarafların birbirlerine karşı birçok sorumlulukları vardır. Ancak köşemizin sınırlı olmasından dolayı bu sorumlulukların önemli ve devamlı bir şekilde soru olarak karşımıza çıkanlarına değineceğiz. Kadının, kocası üzerindeki haklarının başında mehir gelmektedir.

a- Mehir:
Bir kadının nikâh akdiyle hak ettiği mala mehir denir. Koca üzerine mehir’in vacip olması hem “Kur’an” hem “sünnet” hem de “icma” ile sâbit olmuştur. 3 Fıkıh kitaplarımızda Mehre, “sadak”, “sıdak”, “saduka”, “nihle”, “fariza” tabirleri de kullanılmaktadır. Mehir, nikâh akdinin ne şartı, ne de rüknüdür, tabii olan sonuçlarından biridir. Bundan dolayı nikâh kıyıldığı sırada mehrin miktarı belirtilmese veya mehir konu edilmese, hatta mehir vermemek veya mehir almamak gibi ifadeler söylense bile, bu gibi sözlerin akde tesiri olmadığı gibi evlenen kadın mehre yine de hak kazanır. Yani mehrin belirlenmemiş olması evlenmenin geçerliliğine halel getirmez.4 Mehir, İslâm hukukuna göre evlenecek kızın ailesine değil, doğrudan kendisine verilir veya kendisine borçlanılır. Nasıl ki kadın kendi şahsî mallarında dilediği gibi tasarrufa sahipse, kendisine verilen mehirde de aynı derecede tasarrufa sahiptir. Hanefî mezhebine göre, mehir olarak almış olduğu bu miktar karşılığında çeyiz hazırlamak zorunda da değildir. Evlilik esnasında kadına verilen mehrin, kadının satım bedeli olarak düşünülmesi de mümkün değildir. Zira kişi, hem satılan bir nesne, hem de bu nesnenin bedelini alan kimse olamaz. Ancak bu mehri evlenen kızın kendisi değil de babası veya velîlerinden herhangi biri “başlık parası”, “süt hakkı”, “anne hakkı” gibi tabirlerle alacak olursa bu bir nevi kızlarını bedel mukabilinde satma olacaktır ki, bu da İslâm’a göre haramdır.5 Mehir, evlenen kadının şahsî hakkı olduğundan dolayı, tasarrufa ehil olması durumunda, dilediği gibi tasarruf edebilir demiştik. Dolayısıyla bu hakkını dilerse, aldıktan sonra, dilerse almadan, kocasına verebildiği gibi; aldıktan sonra da anasına, babasına, diğer akrabalarına veyahut da her hangi bir arkadaşına verebilir. Ancak bu tasarruf, hiçbir baskı altında olmaksızın kendi hür iradesiyle olmalıdır.
Mehrin meşrûiyeti hakkında birçok hikmetler söylenmiştir, bunların en belirgin olanı, kadına belli bir mâlî güç kazandırmaktır. Bahusus kocanın sahip olduğu tek taraflı irade beyanıyla boşama yetkisini kötüye kullanması durumunda kadın böyle mâlî bir imkâna fazlasıyla ihtiyaç duyacaktır. Boşanma hakkının kötüye kullanıldığı bölgelerde mehir miktarı yüksek tutularak bu suistimale belirli ölçüde engel olunacağı da, mehirin kadına ve evlilik birliliğine kazandırdığı bir başka avantaj olduğu da görülmektedir. Mehir hakkında yazılacak birçok şey vardır ancak mâlum olduğu üzere köşemiz sınırlıdır.
Kadının, kocası üzerindeki haklarından bir diğeri de nafakadır.

b- Nafaka:
Evlilik esnasında kadının her türlü normal masrafı (yemesi, içmesi, giyimi ve meskeni) kocasına aittir. Evlilikte nafakanın koca üzerine gerekli olması, tıpkı mehirde olduğu gibi “Kur’an”, “Sünnet” ve “İcma” ile sâbit olmuştur. Aynı zamanda aklî olarak da nafaka, alıkonmanın karşılığıdır. Alıkonulanın nafakası, kimin için alıkonulduysa o kimseye aittir. Tıpkı müftü, imam, vali gibi memurların nafakalarının (maaşlarının) beytülmal dediğimiz devlet malından yani vatandaşların malından temin edilmesi gibi. Zira bu şahıslar kendi şahsî ihtiyaçları için değil, vatandaşlar için alıkonulmuşlardır.6 Kadın da, (ileriki sayılarda geleceği üzere) kocasından dolayı dışarı çıkamadığından ve kendini kocası için alıkoyduğundan nafakaya müstahak olmuştur.
Ama kadın “nâşize” olursa nafakaya müstahak olmaz. Kadının “nâşize” olması evlilik hukukuna riayet etmemesi ve kocasının iznini almadan ve Şer-i Şerifin kabul ettiği bir manada gerekçesi olmadan evini terk etmesine denir.7 “Nâşize” olan bir kadının “nâşizeliğinden” dönmediği müddetçe nafaka hakkı yoktur.8 Kadının nafakaya müstahak olması, sahih olan nikâhının devam etmesi veyahut da kocanın, karısını boşaması durumunda kadının iddetini beklemesine kadardır. İddetini bekleyen kadın “nâşize” olmadığı müddetçe nafakası, kendisini boşayan eski kocasına aittir.9 Fasit bir nikâhla evlenen kadın, nafakaya müstahak olamaz.10 Nikâhın nihayete ermesinden sonra ve kadının iddetinin bitiminden sonra kadın, nafakaya müstahak değildir. Yani İslâm’a göre, boşanmış olan bir kadının, ölünceye kadar veya bir başkasıyla evleninceye kadar kendisini boşayan eski kocasından nafaka almaya hakkı yoktur.
Hanefî mezhebine göre İslâm hâkimi tarafından nafaka takdirinin önemi, sadece miktarın belirlenmesi bakımından değil, nafaka borcunun kuvvetli bir borç olması bakımındandadır. Şayet nafaka hâkim tarafından takdir edilmemişse taraflardan birinin ölümüyle, boşanmayla veya “nâşizelik” gibi nafakayı düşürecek herhangi bir durum ile geriye dönük eski nafaka borcu Hanefî mezhebine göre düşer. Şayet evlilik esnasında herhangi bir şer-i gerekçe olmaksızın nafakasını alamayan kadın, İslâm hâkimine başvursa ve hâkim de mahkeme kararıyla nafakayı takdir etse, bu mahkeme kararından sonra nafaka sağlam bir alacak konumuna girmiş olur ve ödenmemesi durumunda yukarıda ifade edilen nafakayı düşürecek herhangi bir durum olsa bile geriye dönük eski nafaka alacaklarını kadının almaya hakkı olur.
Hanımının nafakasını üstlenmesinin lazım olması için kocanın zengin olması gerekmediği gibi, kadının da fakir olması gerekmez. Kadın zengin de olsa nafakası kocasına aittir. Günümüzde evlenecek olan kadının, yeni evine belli başlı şeyleri çeyiz olarak getirmesi her ne kadar örf ve adetlerimizden de olsa, evlilik için kurulacak evin temini, döşenip tefriş edilmesi Hanefî fıkhına göre kocaya aittir.
Nafaka miktarının tespitinde Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinin ifadelerine göre karı - kocanın mâlî ve sosyal konumları birlikte dikkate alınır. Sadece kadının veya sadece kocanın durumu değerlendirilmez. Hanefî mezhebinde de fetvanın bu yönde olduğu “Mevsua” adlı eserde naklolunmuştur.11 Bu görüşe göre karı - kocanın her ikisi zengin ise zengin nafakası, her ikisi fakir ise fakir nafakası, şayet biri zengin diğeri fakir ise orta halli bir nafaka takdir edilir, bu takdir etmede de örfe bakılır. Şafiîler ise nafakanın takdirinde sadece kocanın durumuna bakıyorlar. Yani koca zengin ise zengin nafakası, fakir ise fakir nafakası. Bu görüşe göre kadının zengin olması veya fakir olmasının, nafakanın takdirinde herhangi bir tesiri olmuyor. Hanefî Fukahasından “el-Mebsut” sahibi İmam Sarahsî’nin ifadesine göre de: Hanefî mezhebinde Zahiru’r-Rivaye olarak ifade edilen İmam Muhammed’in altı esas kitabında da bu şekilde yani, kocanın haline göre nafaka takdiri olur, diye kaydedilmiştir.12
Yukardaki ifadelerden de anlaşıldığı gibi Hanefî mezhebinde bu konuda ihtilaf vardır. Ancak Hanefî kitaplarını mütalaa ettiğimizde Hanefî alimlerinin tercih ettiği ve mezhepte fetva olarak kabul ettikleri görüş; Mâlikî ve Hanbelîlerin dediği gibi nafaka konusunda karı - kocanın mâlî ve sosyal konumlarının birlikte değerlendirilmesidir.13
Netice olarak İSAM (İslami Araştırmalar Merkezi)’nin de ifade ettiği gibi kocanın karşılamakla yükümlü olduğu diğer masrafların kapsamı ve seviyesi daha çok örfe ve karı - kocanın sosyal konumuna göre belirlenmektedir.14 Kadının, kocası üzerindeki haklarının bir diğeri de adâlettir.

c- Adâlet:
Şayet kişinin birden fazla hanımı varsa aralarında âdil olması hanımlarının haklarındandır. Bu adaletin gerekliliği gerek âyet-i kerime gerek hadis-i şeriflerle sabit olmuştur. Nisa Sûresinin 3. Âyet-i Kerime’sinin bir kısmında Mevlâ Teâlâ Hazretleri şu şekilde buyurmuştur: Beğendiğiniz (size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın.15 Konumuzla alakalı olmadığı halde bilgilenme, muarız olanlara cevap verebilme ve bizleri şüpheye düşürememeleri için çok evlilik konusunu eleştirenlere Diyanet Vakfının çıkarmış olduğu tefsirde verilen cevabı, siz okuyucularımızla paylaşmayı uygun buldum: “Yaratılıştan gelen kıskançlık duygusuna rağmen âyetin, erkeklere birden fazla kadınla evlenme izni vermesi öteden beri -daha ziyade gayr-i müslimlerce- tenkit ve itiraza konu edilmiştir. Ancak İslâm’ın bu iznini diğer talimatı ve hayatın değişen şartları içinde ele almak gereklidir. İslâm’a göre zina kesin olarak haramdır; şu halde zinaya giden yolları kapatmak gerekir. Erkeğin güçlü ve yeterli, kadının ise zayıf ve isteksiz olması veya doğurgan olmaması halinde, savaş vb. sebeplerle erkeklerin azalması ve kadınların çoğalması gibi durumlarda, erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi zaruri olabilir. Böyle durumlarda erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi bir emir değil, bir izindir; ikinci ve üçüncü... eş olacak hanım da buna mecbur değildir. Ayrıca bu izin kayıtsız şartsız olmayıp, adâlet şartına bağlanmış, buna riayet edemeyeceğinden korkanlara bir kadınla yetinmeleri emredilmiştir. Bütün bu kayıtlar ve şartlar bir arada düşünüldüğü zaman İslâm’ın bu izninin, zaman içinde değişen şartlara ayak uydurma bakımından en müsait yol olduğu açıkça anlaşılacaktır.”16
Hanımlarının arasında kocaya vâcip olan adâlet; nafaka, geceleme ve sohbet gibi meydana gelmesi kocanın elinde olan yerlerdedir;17 yoksa kalbin meyli (sevgisi) gibi meydana gelmesi kocanın elinde olmayan yerlerde ise adalet “teklîf-i mâlâ-yutak” dediğimiz takat olunmayan şeyi teklif olacağından buna riayet şart değildir.18 Nitekim Ebu Dâvud’un rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerif’te Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in hanımları arasında taksim konusunda âdil olduğu ve şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: Ey Allah’ım, mâlik olduğum taksim budur, mâlik olmadığım ile beni sorumlu tutma.19
Çok evlilik konusunu fiili olarak yaşayan kişilerin bu konudaki adâleti, en ince ayrıntılarına varıncaya kadar ilim sahibi hoca efendilerle görüşüp istişâre etmelerini tavsiye ediyoruz.

d- Babasını ve diğer mahremlerini, kocasının izni olmadan ziyaret etmesi veya onların ziyarete gelmesi:
Nasip olursa İslâm Hukukuna göre, kocanın, hanımı üzerindeki haklarını yazarken, kadının kocasının izni olmadan evden çıkamayacağı gibi, kocasının izni olmadan da eve birilerini alamayacağını inceleyeceğiz. Ancak, akrabalık bağlarının kesilmemesi için koca izin vermese bile kadın, babasının veya diğer mahremlerinin ziyaretine gidebilir. Lâkin onların yanında gecelemesi kocasının izni olmadan câiz değildir. Hanefî fukahası kaç günde bir, babasının veya mahremlerinin ziyaretine gidebileceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları babası için haftada bir derken, diğer mahremleri için senede bir demişlerdir. Bazıları da ayda bir olarak ifade etmişlerdir. Ancak kabul olunan görüşün birinci görüş olduğunu kitaplarımızda görürüz.20 Hocalarımızdan bazıları da bunun örfle alakalı olduğunu ifade etmişlerdir.
Kocası izin vermese bile kadının mahremleri, kadının -evine yukarıdaki ihtilaf doğrultusunda- belli zamanlarda gelebilirler. Ancak İmam Ebu Yusuf’tan gelen bir rivayete göre kadının mahremlerinin, kadının yanına gelmelerinde meşakkat yoksa kadının, kocasının izni olmadan onların yanına gitmesi câiz değildir.21 Bu meselelerin değerlendirilmesinde anne-babanın veya diğer mahremlerin seferî mesafede olup olmamalarını da göz ardı etmemek gerekir. Zira kadının, kocasının izni olmadan belli zamanlarda bunların yanlarına gidebilmesi, bunların seferî mesafede olmamalarını ve yol emniyetin bulunmasına bağlıdır. Şayet anne-baba veya diğer mahremler seferî mesafede olurlarsa kadının, kocası olmadan veya mahremsiz olarak onların ziyaretine gitmesi câiz değildir.
Kadının kendi malının tasarrufuna mâlik olması da kadının haklarındandır.

e- Kadının, kendi malındaki hür tasarrufu:
İslâmiyet, insanlığa özel mülk edinme hakkı vermiştir. Ve bu mülk edinilen mallar, kişinin şahsî iradesi olmadan bir başkasının mülkiyetine girmez.22 Dolayısıyla evlilik, kişilerin şahsî mallarına ortaklığı gerektirmez. Evli olan erkek, hanımının malına mâlik olamadığı gibi kadın da kocasının malına mâlik değildir. Bâhusus kadın, kocasının evlilik esnasında elde ettiği mallara, boşanma sebebiyle İslâm hukukuna göre hak sahibi değildir. Aynı şekilde koca da hanımının malından, hanımının izni olmadan velev ki evin ihtiyacı için dahi olsa kullanmaya ve tasarruf etmeye hakkı yoktur. Zira ev için gerekli olan masraflar yukarıda da ifade edildiği gibi kocaya aittir.
Nasip olursa önümüzdeki ayda da kocanın, hanımı üzerindeki haklarını ve aralarındaki müşterek hakları beyan etmeye gayret edeceğiz. Rabbim cümle Ümmet-i Muhammed’e aile saadeti nasip eylesin. Âmin. Selam ve Muhabbetlerimle.


- DİPNOT -
1 - Ahzap Sûresi: 21
2 - El Ahvalü’ş-Şahsiyye, Muhammed Muhyiddin Abdülhamit, s:12
3 - El Mevsuatü’l-Fıkhiyyetü’l-Müyessire, c:2, s:484
4 - Tebyinü’l-Hakaik, Babü’l-Mehr
5 - El İnaye Şerhü’l-Hidaye, Babu Beyi’l-Fasid
6 - İbni Abidin, Mesaili’ş-Şetta
7 - İbni Abidin, Mesaili’ş-Şetta
8 - ed-Dürrü’l-Muhtar, cüz 3
9 - El Ahvalü’ş-Şahsiyye, Muhammed Muhyiddin Abdülhamit, 350
10 - El Ahvalü’ş-Şahsiyye, Muhammed Muhyiddin Abdülhamit, 182
11 - El-mevsua’tül-fıkhiyye’tül-küveyti madde: “id-am”
12 - El-Mebsut (Bab’ul-nafaka)
13 - İbn-i Abidin, Babu’n-Nafaka - el Ahvalü’ş-Şahsiyye, Muhammed Muhyiddin Abdülhamit, 193
14 - İlmihal, İSAM, c:2, s:220
15 - Nisa Sûresi: 3
16 - Bak. Diyanet Vakfı Kur’an-ı Kerim Meali
17 - İbni Abidin, Mesaili’ş-Şetta
18 - İbni Abidin, Mesaili’ş-Şetta
19 - Ebu Davud, Nikâh: 39, No: 2134
20 - İbni Abidin, Mesaili’ş-Şetta
21 - Bak aynı eserin dipnotu
22 - Verasette ise ölüm vuku bulduğundan, dolayısıyla irade kalmadığından bu ibareye nakiz olarak getirilemez.




İslâm Hukûkunda KREDİ KARTI





Kredi kartı sistemini İslâm fıkhı açısından belli bir akit içersine oturtmamız mümkün olsa da, banka ile kart hâmili arasındaki sözleşme metnine baktığımızda, fıkhen câiz olmayan birçok anlaşmaların olduğunu görmekteyiz.


Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd, O’nun peygamberi Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e, Âl ve Ashabına selâm olsun.
Allah-u Teâlâ hazretleri bazı hükümleri Kur’an ayetleri ile beyan ederken, bazılarını da Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in lisanıyla beyan etmiş; birçok mesele hakkında ise sarâhaten ayet ve hadîs getirmeyip müçtehitlerin o hükme ulaşabilmeleri için belli başlı emâreler ve yollar hazırlamıştır. 1
Şüphesiz bunda birçok hikmetler vardır. Bizler müçtehid olmadığımız için, hakkında kesin âyet ve hadis bulunmayan, evvelki âlimlerimizin de hakkında ifade edilen belli başlı görüşlerinin olmadığı, bâhusus yeni meseleler hakkında, ilmine ve takvasına güvendiğimiz âlimlerimizin görüşlerine müracaat edip konu hakkındaki mütâlaalarını alarak meseleleri değerlendirmemiz gerekmektedir.
Bu ay ki meselemiz de, hakkında birçok makaleler yazılan, bazılarının “külli olarak haramdır, yaklaşılmaması gerekir” dediği, bazılarının da bunun aksine “herhangi bir problem yoktur” dediği, bazılarının ise her iki görüşün ortasında bir yol izleyerek “belli başlı işlemler yapılırsa haram, yapılmadığı takdirde de helâl” dedikleri “kredi kartı sistemi”ni ele alıp, gücümüz nispetince âlimlerimizin görüşleri ışığında, sizlere ifade etmeye gayret edeceğiz. Şüphesiz muvaffakiyet Allah’tandır. Meselemizin dini boyutunu daha iyi tetkik edebilmemiz için, günümüz şartlarında kredi kartlarının hangi minval üzere olduğu ve işleyiş tarzlarının neler olduğunu şüphesiz bilmemiz gerekir. Bundan dolayı öncelikle kredi kartının tanımı, oluşumu ve günümüzdeki seyrini inceleyeceğiz; daha sonra da dini boyutunu inceleyebilmemiz için İslâm Hukukçularının bu sistemi, fıkıhta hangi başlık adı altında ele aldıklarını ve yaptıkları değerlendirmeleri inceleyeceğiz.
İnsanlığın, ekonomide klasik ödeme aracı olarak kullandığı evrensel değer ölçüsü hiç şüphesiz paradır. Bununla birlikte, dünya ekonomi sistemleri paraya alternatif olarak, çeşitli ödeme araçları geliştirmişlerdir. Bâhusus “çek” yakın tarihimizde en modern yol olarak görülmüş; ancak hesap sahibinin bankada parasının olmaması ve çeki veren bankanın bu karşılığı taahhüt etmemesinden dolayı birtakım sıkıntılar olmuştur. Bankacılık sektörünün ve teknolojinin hızla gelişimi sonucu olarak da kredi kartı kullanımı başlamış; hatta günümüz dünyasında nakit kullanımından daha fazla olmuştur. Nitekim Türkiye’de kredi kartı kullanımının 28 milyonu aştığı da, ekonomi haberlerinde dile getirilmektedir.
Memleketimize, 1968 tarihinde ilk giren kredi kartı “diners clup”, peşinden de Türk Ekspres Havacılık Limited Şirketi’yle beraber “American Express” kartları, 1975 yılından sonra da “euroc cart”, “master cart” ve “Access” kredi kartları olmuştur. 1980li yıllarda bankaların kredi kartı uygulamalarına başladığı, 1984 yılında da “Visa”nın Türkiye ofisini açmasıyla daha fazla yayıldığı, 1987de de ATM dediğimiz elektronik veznelerin açılmasıyla, günümüz kredi kart sisteminin oluştuğunu ekonomi eserlerinde görmekteyiz.
Oluşum ve kullanım mahiyetleri itibarıyla birçok banka kartları mevcuttur. Bu kartları genel olarak üç başlık altında değerlendirmemiz mümkündür.
1- Ödeme kartları (Charge Card): Alış veriş kolaylığı sağlayan fakat kredi özelliği olmayan borçlandırma kartları. Bu tip kartlar, bankadan nakit çekme özelliliğinin hâricinde klasik kredi kartlarında var olan özelliklere sahiptir; yani bu kart hâmili, kartı veren banka ile yapmış olduğu sözleşme doğrultusunda, anlaşmalı mağazalarla nakit taşımaksızın alış veriş yapabilir.
2- Debit Cart: Hesaba doğrudan borç geçilmesini ve alış veriş kolaylığını sağlayan hesaba erişim kartları. Bu tip kartlar müşterinin alacaklı cari hesabı üzerinden çalışır. Zamanımızda bu kartlar çoğunlukla müşterinin bankadaki parasını şubeye uğramadan çekebilmek için kullanılmaktadır. Lâkin bu kartlar asıl işleyiş itibarıyla alış verişlerde kullanılabilmekte ve bu kart ile yapılan harcamalar bankaya ulaştığında hesap bakiyesinden bu tutar düşmektedir. Bu kartlara; Transfer kartları, Hesaba erişim kartları ya da daha genel olarak Banka kartları gibi tabirler de kullanılmaktadır.
3- Credit Cart: Alış veriş kolaylığı sağlayan, nakit olma özelliliğinin yanı sıra kredi kullanma (yani bankadan nakit çekme) imkânı da sağlayan kredi kartları. Bu tip kartlar 1. ve 2. kısımdaki kartlar gibi alış veriş yapma özelliliğine sahip olduğu gibi, ekstra olarak bankadan nakit çekme özelliğine de sahiptir. Köşemizde, fıkhî boyutunu inceleyeceğimiz mesele, bu üçüncü kısım olan kredi kartları olacaktır. Birinci kısımdan olan Ödeme kartları-Charge Card değerlendirilmesi de meselemizin zımnında ele alınıp fıkhî sonucuna gidilecektir.
İkinci kısım olan Debit Cart ise, müşterinin bankadaki parasını yönlendirme (çekme veya bir başka yere transfer etme) için kullanıldığı; nakit çekme veya kredilenme gibi işlemlerin yapılamaması, bankadaki hesabı kadar işlem yapabilme imkânı sağladığı için fıkhî olarak bir sıkıntı arz etmediği kanaatindeyiz. Ancak, faizci kurumlarla -mecbur kılan bir gerekçe olmaksızın- mübah olan işlemleri bile yapmamak suretiyle bir çeşit tavır koymanın, dînî ve ahlâkî bir ödev olduğunu ve bu tip müesseselerle yapılan işlemlerin bunlara pirim vermek olduğunu da göz ardı etmemek gerekir.
Kredi kartının tanımı:En genel anlamıyla kredi kartı, hak sahibi kişiye, yani yetkili kart hamiline açılmış, potansiyel bir kredi olarak nitelendirilebilir. Aynı zamanda kredi kartı, nakit ödeme yapılmaksızın belli bir malı satın alma veya sunulan bir hizmeti edinme imkânını da veren bir ödeme aracı olarak da tanımlanabilir2.
Uluslararası alanda beş büyük kredi kartı kuruluşu vardır. Bunların en önemli ve ülkemizde de en yaygın olanları “Visa ve Mastercart”tır. Bu kuruluşlarla anlaşma yapmayan firmalar kredi kartı çıkaramazlar. Bankalar veya kredi kartı çıkaracak kuruluşlar, bu uluslar arası firmalara çeşitli miktarda ücretler ödemek zorundadırlar. Kredi kartı sisteminde; kredi kartını çıkaran kurum, üye işyeri ve kart hâmili olmak üzere üç taraf mevcuttur ve bunlar arasında değişik sözleşme ilişkileri vardır.
Ancak bu üç taraflı sistem daha ince tetkik edildiğinde diğer tarafların da sisteme katılımlarıyla beş taraflı sistem olduğu anlaşılmaktadır. Bu sistemin tarafları: 1-Lisans veren kredi kartı kuruluşu (Visa, MasterCart) gibi. 2-Lisans alan ve kart pazarlamasını yapan banka. 3-İş yeri ile üye işyeri sözleşmesini imzalamış bulunan banka (bu yukarıdaki banka veya başka bir banka da olabilir.) 4-Yetkili bir bankadan kredi kartını alan kart hamili. 5- Üye işyeri sözleşmesini bir banka ile imzalayan ve kart hamilinin kartını kendi işyerinde kabul eden üye işyeri.3
Meselemizi günümüzde de yaygın olduğu şekliyle üç taraflı sistem olarak ele alıp değerlendirmesini yapmaya gayret edeceğiz. Kredi kartını kullanarak alış veriş yapan kart hamili, kartı veren bankaya borçlanmaktadır. Genel uygulamada banka 30’ar günlük dönemlerde hesap kesimi yapar ve bu dönem boyunca kartla yapılan harcamaları “ekstre” dediğimiz hesap bildirim cetveli ile kart hamiline bildirir. Cetvelde bildirilen borç için banka, kart hamiline yaklaşık 10 günlük ödeme süresi tanır. Bu süre sonunda ödenmeyen borç için günlük gecikme faizi işletir.
Ülkemizde kredi kartlarına dair her türlü faaliyet BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu) tarafından denetlenip, tüm banka ve finans kurumları tarafından verilen kartların faiz oranları ve faiz hesaplama yöntemleri bu kurumun resmi internet sitesi olan “www.bddk.org.tr/bankabilgileri/kredibilgileri.aspx”’de güncel olarak yayınlanmaktadır. 4
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi; üç taraflı kredi kartı sisteminde, kartı çıkaran veya hizmete sunan banka ile, kart hamili, bir de anlaşmalı dükkân sahipleri vardır. Kartı hizmete sunan banka ile kart hamili arasında bir kredi kartı sözleşmesi olduğu gibi, banka ile pos cihazı bulunan üye işyeri arasında da, işyeri sözleşmesi mevcuttur. Bu durumda banka her iki sözleşmede taraf olmaktadır. Ancak meselemiz, kredi kartının kullanımı olduğu için banka ile kart hamili arasındaki sözleşmeyi irdeleyip, İslâm fıkhında hangi konuya girdiğine bakacağız.
Banka ile pos cihazı bulunan üye işyeri arasındaki işyeri sözleşmesi ise pos cihazlarının kullanımıyla alâkalı olduğundan, bu meseleyi nasip olursa başka bir yazımızda ele alırız. Kredi kart sisteminin fıkıhta hangi akit türüne girdiği hakkında günümüz âlimleri arasında farklı mütâlaalar olmuştur. Bazıları bu akdi üçlü kefâlet olarak değerlendirmişlerdir. Bu itibarla banka, kart hamiline “Bu kartla yapacağın tüm alış verişlere muayyen bir limite kadar kefilim”; işyerine de, “Benim kartımla alış veriş yapmak isteyenlere muayyen bir limite kadar izin ver, kart hâmillerinin yaptığı alış verişlerinin ödemesi benim üzerimedir yani kefilim”, demiş oluyor. Bu itibarla banka burada alıcı veya satıcı olmuş olmaz yukarıdaki ifade doğrultusunda kefil konumunda olmuş olur. Bu mülahaza ile bakacak olursak, kredi kartı sisteminin caiz olup olmama meselesini, İslam fıkhına göre kefâlet meselesine göz atarak anlayabiliriz. Kefâlet:
Kefâletün bi’n-nefis, kefâletün bi’z-zaman ve kefâletün bi’l-mal olmak üzere üç kısma ayrılır. 5
Ancak meselemiz bu kısımların birinci ve ikinci kısımlarıyla alâkalı olmadığı için araştırmamızı üçüncü kısım olan “kefâletü’n bi’l-mal” meselesi üzerine sürdüreceğiz. Ve kefâlet ifadesi kullanıldığında bu üçüncü kısım kastedilecektir.
Fıkıhta kefâlet: Bir yükümlülüğün bir başkasının yükümlülüğüne ilhâkı manasındadır. 6
Daha açık bir ifadeyle; Bir kimse zatını, bir başkasının zatına katıp onun hakkında lâzım gelen sorumluluğu kendisine de iltizam etmeyi üstlenmesine kefalet denir.7
Kefalet akdini, kredi kartı sistemiyle mukayese yaparak inceleyen günümüz âlimleri belli başlı yerlerde sıkıntılar olduğunu ifade ederek bu sıkıntıları şu şekilde sıralıyorlar: *Kefâlet akdinde kefil olan kimse bu kefaletine binaen hiçbir ücret talep edemez. Zira kefâlet, teberru akdidir8, karşılığında ücret almak caiz değildir. 9
Hâlbuki kartı veren bankalar, kart hamilinden belli başlı ücretler almaktadırlar. Ancak bu sıkıntıya cevaben, “bankanın aldığı bu ücret, kefâlet ücreti değil kart ücretidir” diye yorumlayanlar da olmuştur.
* Kefâlet sözleşmesinde satıcı, yani alacaklı olan kimse, alacağını hem asıl borçludan hem de kefilden isteyebilir. 10
Hâlbuki kredi kartıyla satış yapan bir satıcının tek muhatabı banka, yani kartını kendisine veren kurumdur.
* Kefil, borcu ödemeden kefil olduğu kişiden bir şey isteyemez. 11
Hâlbuki banka, işyeri ile yaptığı sözleşmeye göre, müşterinin hesap kesim tarihine yakın yaptığı alış verişlerin bedelini ödemeden, kart hâmilinden, yani kefil olduğu kişiden parayı tahsil eder.
Bazı muâsır âlimler de kredi kartı akdini, İslâm fıkhındaki havale akdi olarak değerlendirmişlerdir. Havale; kişinin zimmetindeki borcu, başka zimmete nakletmeye derler. 12
Bu görüşe göre; kartı veren banka, kart hamiline, “yapacağın alış verişlerden doğacak olan borcunu bana havale et, ben ödeyeceğim” demektedir. Bankanın, anlaşmış olduğu işyerine de aralarındaki sözleşme doğrultusunda, “bu havaleyi kabul et” demiştir. Havaleyi kredi kartı sistemiyle mukayese yaparak inceleyen bazı İslâm hukukçuları, kefâlet bahsinde de olduğu gibi belli başlı yerlerde problemler çıktığını ifade etmişlerdir. Kısaca bunları ifade etmek gerekirse şu şekilde sıralayabiliriz:
Havale akdinin sıhhat şartlarından bir tanesi de “muhalun bih” dediğimiz havale edilen borcun miktarının malum olmasıdır13.
Dolayısıyla ileride doğacak olan borç fil-vaki borç olmadığından havale sahih değildir14. Ancak kredi kartı sistemi ile alış veriş işleyişini tetkik edince, kart hâmilinin, bankaya havale ettiği borcun havale esnasında malum olduğu anlaşılmaktadır. Şöyle ki kart hâmili, anlaşmalı dükkândan alış veriş yaparken kartını pos cihazından geçirir. Pos cihazıyla banka arasında o anda iletişim kurulmasıyla borcun miktarı banka tarafından malum hale gelir, onay vermek suretiyle de o anda havale oluşur. Görüldüğü gibi havale esnasında havale edilecek borcun miktarı, hem havale eden kart hâmili tarafından, hem de havaleyi kabul eden banka tarafından malum olmuş oluyor. Havalede, ücret almak her ne kadar sakıncalı da olsa, kredi kart sistemindeki bankanın aldığı ücreti kefâlet bahsinde de geçtiği gibi, havale ücreti olarak değil de kart ücreti veya masraf olarak değerlendirmemiz mümkündür. Günümüz bazı İslâm hukukçuları da, kredi kartı sözleşmesinin hem havale hem de kefâlet akdini bünyesinde barındırdığını ifade etmektedirler. Bu itibarla kredi kartıyla mal alımına kadar kefâlet, mal alımından ödemeye kadar da havaledir. Yani banka kart hamiline ve anlaşmalı alış veriş merkezlerine, “kart hamilinin yaptığı alış verişlere kefilim, ödemeyi bana havale edin” demiş olur.
Kredi kart sistemini İslâm fıkhı açısından belli bir akit içersine oturtmamız mümkün olsa da, banka ile kart hamili arasındaki sözleşme metnine baktığımızda fıkhen caiz olmayan birçok anlaşmaların olduğunu görmekteyiz. Bunların en bâriz olanı, sözleşmelerin 8. maddesi olan, yerine göre temerrüt yerine göre de nema faizinin verilmesini taahhüt etmektir. Yani banka, kart sözleşmelerinde taksitlendirme veya borcu geciktirme üzerine açık bir şekilde faiz alacağını ifade etmiş, kart hâmili de bu sözleşmeyi imzalayarak faiz vereceği üzerine akdetmiştir. Aynı zamanda, nakit çekme durumunda da faiz vereceğini kabullenmiş ve akdi bunun üzerine yapmıştır. Her ne kadar borcunun ödeme zamanını geciktirmese de, nakit çekmeyerek faiz vermese de bu akde imza atmıştır. Ve kredi kartını her kullanımda da her ne kadar sarahaten olmasa da, bu sözleşmeyi zımnen tazelemektedir. Ancak bu sözleşmenin haram olması kart ile alınacak malı haram yapmaz, her ne kadar bu anlaşma faiz anlaşması olsa bile. Netice olarak yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi, faizci kurumlarla mübah olan işlemleri bile yapmak doğru olmadığı göz önünde tutulacak olursa, kredi kartı gibi meşruluğu tartışılan bir işlemi faizci bir kurum ile yapmaktan kaçınmak kanaatimizce dini ve ahlâki görevimizdir. Faizsiz Finans kurumlarının kredi kart sisteminde, yukarıdaki sistemden farklı olarak borcun zamanında ödenmemesi durumunda, murâbaha kârı adı altında aylık bir oranda kâr koymakta veya kurumuna göre döviz kur farkını almaktadırlar. Fıkhî açıdan bu mesele de birçok tartışmaları getirmektedir; ancak köşemizde bize tanınan sayfayı aşmamak için bu tartışmalara girmeyeceğiz. Sonuç olarak finans kurumlarının verdiği kredi kartlarının sözleşmelerinde faiz ve nakit çekme işlemi yok ise, ödeme geciktirildiğinde herhangi bir fazlalık alınmıyor, sadece paranın değer kaybetme durumunda -ki bu meselede haddi zatında ihtilaflı bir meseledir- değer kaybını, farklı cinsten alıyorsa, günümüz âlimlerinin birçoğu bu tip kredi kartına izin vermişlerdir. Helâl belli, haram bellidir, aralarında ise şüpheli işler vardır. Efendimiz sallalahü aleyhi ve selemin de buyurduğu gibi Müslümana yakışan elbette şüpheli işlerden kaçınmasıdır.
Selâm ve muhabbetle…


DİPNOTLAR
1 - Mesadiru’t-Teşrii’l-İslamî, Abdulvahhab Hallaf , S: 8-9
2 - Tüketicinin korunması hakkındaki kanun çerçevesinde kredi kartları. Yard. Doç. Dr. Şebnem AKİPEK
3 - Yeni Düzenlemeler Işığında Kredi kartları, Murat Nokay, www.turkhukuksitesi.com
4 - Bu kurumun oluşumu ve işleyişi hakkındaki bilgi için bak: www.bddk.org.tr
5 - Fethü’l-Kadir, Kitabu’l-Kefale
6 - Fethü Babi’l-İnaye Şerhü’l-Vikaye.
7 - Elmalılı M. Hamdi Yazır, Fıkıh Istılahları Kamusu c:3 s:212
8 - Tebyinü’l-Hakaik, Beyü’l-Fasit; Lisanü’l-Hükkam fi Marifeti’l-Ahkam, Faslü’r-Rabi, fi’l Vekale vel Kefale
9 - El-Mevsuatu’l-Fıkhiyyeti’l-Müyessire, c:1, s:401
10 - Kavaidü’l-Usul ve’l-Furu li Süleyman Kırkağaci, s:18
11 - El-Lubab fi Şerhi’l-Kitap, c:2, s:157
12 - Tebyinü’l-Hakaik, Kitabu’l-Havale.
13 - El Bahru’r-Raik, Kitabu’l-Havale.
14 - Bedaiu’s-Sanai, Kitabu’l-Havale.


İslâm’a Göre Borsa







Tahvil ve hazine bonolarına İslâm hukûku açısından baktığımızda, sahibine önceden belirlenen miktarda sabit bir fâiz geliri temin eden bir borç senedi olduğunu görürüz. Bundan dolayı getirisi hangi oranda olursa olsun, bu tür evrakları bir yatırım aracı olarak kullanmak İslâm dininin yasakladığı fâiz olduğundan, câiz değildir.


Bizleri başıboş bırakmayıp belli kanunlar doğrultusunda hayat sürmemizi emreden Rabbimize hamd; o kanunları bizlere tebliğ eden Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)e, Âl ve Âshabı’na ve kıyâmete kadar o kanunlara tâbî olan müminlere de salât ve selâm olsun.
Bu ayki köşemizde, uluslararası ekonomi sisteminin vazgeçilmezi olan borsa konusunu ele alıp gücümüz nispetince değerlendirmeye gayret edeceğiz. Muvaffakiyet hiç şüphesiz Allah’tandır.
İktisâdî ilişkilerin yoğunlaşıp, sermaye piyasasının önem kazandığı günümüzde hisse senetleri, sermaye piyasasının en önemli aktörü haline gelerek, bir ortaklılık belgesi olmaktan öte bağımsız bir mal olarak alınıp satılmaktadır. Bundan dolayı meselemizi daha iyi tetkik edebilmek için; fıkhî boyutuna girmeden önce borsa, hisse senedi, tahvil, hazine bonosu gibi terimlerin ne manaya geldiklerine, oluşumlarının hangi düzeyde olduklarına bir göz atalım.
Borsa tanım olarak; devletin kurup denetlediği, tarafların karşılıklı değer temsil eden mallarını özel hukuk kuralları içinde alıp sattıkları kurum olarak ifade edilmiştir. Önceleri ticaret ve sanayi borsaları, altın borsası, pamuk gibi ürün fiyatlarının belirlendiği ve ticaretinin yapıldığı tarım ürünleri borsası şeklinde doğup gelişmiş olan borsa; günümüzde farklı olarak hisse senetleri, tahvil, hazine bonosu gibi değerli evrakların alınıp satıldığı “MKB” dediğimiz menkul kıymetler borsası olarak ön plana çıkmıştır. Türkiye’de borsanın tarihi Osmanlı’nın son dönemlerine uzanmaktadır. İlk menkul kıymetler borsası, Kırım savaşını takiben 1866 yılında “Dersaadet Tahvilât Borsası” olarak kurulmuş, 1929 yılında “İstanbul Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsası” adı altında organize olmuştur. Yine bu tarihte 2. Dünya Savaşının patlak vermesiyle borsa üzerine gölge düşmüş; daha sonra savaşın izlerinin kaybolmasıyla, hisse senetlerini halka arz eden anonim şirketlerin de sürekli artmasıyla, yatırımcılar tarafından yoğun ilgi görerek 1970 ve 1980 li yılların ilk yarısında “Sirkeci Vakıf Han”da bir tür tezgâh üstü piyasa şeklinde faaliyet göstermiştir. Daha sonradan İMKB yani “İstanbul Menkul Kıymetler Borsası” belli gelişmeler sonucu hisse senetlerinin ticaretinin düzenlenmesi amacıyla, 1986 yılında Karaköy-Tophane’de faaliyete geçmiştir.
Günümüzde de kendi modern binasıyla İstinye’de faaliyetini sürdürmektedir. İlk zamanlarda az sayıda şirket ile düşük kapasitede işlem hacmi ve sadece Türk ekonomisine endeksle faaliyet gösteren İMKB, günümüzde 270’den fazla şirketin hisse senedi, ortalama olarak 200-300 milyon dolar işlem hacmi ile dünya ekonomileriyle entegreli bir şekilde faaliyetlerine devam etmektedir. Kısaca borsanın geçmişten günümüze dek oluşumu ve gelişimi bu minval üzeredir.
Günümüzde borsa dendiğinde genel olarak hisse senetleri, tahvil, hazine bonosu gibi değerli evrakların alınıp satıldığı “MKB” anlaşılmaktadır. Meselemizi de bu yönde değerlendireceğiz.
Yapı itibarı ile menkul borsalarının Aslî ve Kayıtlı olmak üzere iki türlü üyeleri vardır. Asli üyeler acentelerdir, bunlara aracı kurum da denir. Kayıtlı üyeler ise coberler diye tanımlanan ve kendi hesabına menkul kıymetler alıp satanlardır. Borsadaki kayıtlı kıymetli evrakların alım-satımı, sadece acenteler ve yardımcıları ile coberler (kendi hesabına menkul kıymetler alıp satanlar) tarafından borsa binasının salonunda, bir borsa memurunun huzurunda, yüksek sesle îcap-kabul dediğimiz arz ve talep ile yapılır.
Borsada alıp satılan kıymetli evrakları genel olarak 4 kısma ayırabiliriz. 1-Devlet veya şirket tahvilleri. 2-Hazine bonoları. 3-İntifa senetleri. 4-Hisse senetleri.
Devlet veya Şirket Tahvilleri: Bunlar genel olarak devletin yüksek fâiz ve belli vâdelerle kendi garantisinde piyasaya sürdüğü kıymetli evraklardır. Tahvil sahibinin alacağı yıllık fâiz belirtilmiştir. Genel kurula katılma ve şirketin bilânçosunu tetkik etme gibi herhangi bir hakka sahip de değildir.
Hazine Bonosu: Devletin bütçe açıklarını kapatma maksadına binâen kısa vâdede vatandaşından borç para almasıdır. Bonoların satışında, tıpkı tahvillerde olduğu gibi 3 ay, 6 ay ve 1 sene sonra ne kadar fâiz verileceği tayin edilir. Hazine bonosu ile tahvil arasındaki en belirgin fark; hazine bonosu en çok 1 yıl vadeli olurken, devlet tahvilleri ise 1 yıldan uzun vâdeli de olabilir. Bunun yanında hazine bonosu herhangi bir işte teminat olarak da kullanılabilir.
Tahvil ve hazine bonolarına İslâm hukûku açısından baktığımızda, sahibine önceden belirlenen miktarda sabit bir fâiz geliri temin eden bir borç senedi olduğunu görürüz.
Bundan dolayı getirisi hangi oranda olursa olsun bu tür evrakları bir yatırım aracı olarak kullanmak İslâm Dininin yasakladığı fâiz olduğundan câiz değildir. Bazıları bu tür evrakları devlet alıp sattığı için, devletin vatandaşına yardımı olarak telakki etse de; mâhiyetine baktığımızda bu görüşün doğru olmayıp İslâm’ın rûhuna aykırı olduğunu anlarız. Çünkü fâiz muamelesi ister devlet, ister şahıs eliyle, ister enflasyon oranında veya bu orandan fazla olsun fâizdir ve dinen haramdır.
İntifa Senedi: Bu tip senetler hakkında yapmış olduğum araştırmalarda, farklı tariflerin ve sonuçların olduğunu müşahede ettim. Bazı ekonomistler; “şirket genel kurulunun alacağı kararla bazı kimselere çeşitli hizmetler ve alacak karşılığı olarak kuruluştan sonra verilen ve sermaye payını temsil etmeyen hisse senetleridir” diye tarif ederken, bazıları da; “ortaklığın devamı sırasında hisse senetlerinin ödenmesi, yani bedelinin geri verilmesi halinde, senet sahibi, senedin üzerinde yazılı olan değerini geri alır ve kendisine yeni bir senet verilir, işte bu sened için intifa tabiri kullanılır” diye tarif etmişlerdir. Buna göre intifa senedi tıpkı sermayeyi temsil eden hisse senedi gibi sahibine ortaklık ve genel kurul toplantılarına katılma hakkı verir. Kendisine sermaye payı geri verildiği için kâr payı isteyemez. Ancak, sâfî kârın miktarına göre değişen temettü dağıtımında hak sahibidir.
İntifa senetlerinin intifa hakları, sözleşme ile belli bir süre için kısıtlanmış ise, bu süre geçmekle intifa senetleri kendiliğinden hükümsüz olur. İntifa senetleri, sermaye payını geri alan hissedarlardan başka kuruculara, alacaklılara veya buna benzer bir nedenle ortaklıkla ilgili olanlara da verilebilir. Bu değerlendirmelere göre, bu tür senet sahipleri kurumların ve şirketlerin hakiki manada ortakları değildir. Gelir amaçlı kurumlar aşırı kâr veya zarar da etseler, yine senette belirtildiği doğrultuda senet sahibinin alacağı nema yaklaşık olarak bellidir. Aynı şekilde zarara karşı da devlet güvencesi vardır ve devlet bu tür şirketlerden kâr güvencesi de ister.
Hâlbuki İslâm hukûkuna göre ortaklılık kâr ve zarara olmalıdır. Yani kişinin, parasını çalıştırmak için verdiği tüccara, “ben sadece kâra ortağım zarara karışmam” demesi câiz değildir. Ancak ortakların haricindeki üçüncü bir şahsın, parasını çalıştırmak için veren kimseye, “sen paranı filancaya ver çalıştırsın, zarar ederse ben ödeyeceğim” demesi bu ortaklılığa zarar vermez. Burada da zarara karşı güvence veren devlettir yani üçüncü şahıstır, firma değildir. Ancak devletin, firmadan garanti istemesi ve firmanın senet sahibine vereceği miktarın, kâra endeksli olmaması bu işlemin dinen câiz olmadığını gösterir. Zira fıkıhta yerleşmiş olan, “akitte itibar maksadadır, lafza değil” kaidesi doğrultusunda, her ne kadar bu verilen meblağ için “kâr” dense de, aslında bu intifa İslâm’ın yasak ettiği fâiz muamelesidir, dolayısıyla dinen haramdır.
Borsada alınıp satılan Devlet veya şirket tahvilleri, Hazine bonosu, İntifa senetleri gibi kıymetli evrakları yatırım aracı olarak görmenin dinen câiz olmadığını ifade ettik. Bu evraklarını dördüncüsü ise hisse senedidir.
Hisse Senedi: Ortakların şirketteki paylarını temsil eden kıymetli evraktır. Diğer bir tabirle hisse senetleri, anonim ve hisseli komandit şirketler tarafından çıkarılan ve belirli payları temsil etmek üzere, yasa ve sermaye piyasası kural ve şartlarına uygun olarak şirketçe düzenlenen kıymetli evrak niteliğindeki belgelerdir. Sahibine, şirket kârından pay alma, belli hisseye ulaşmak kaydıyla şirket yönetimine katılma, oy kullanma, tasfiyeden pay alma, şirket faaliyetleri hakkında bilgi edinme gibi ortaklık haklarından faydalanma imkânı verir.
Hisse senetlerini iki ana gurupta toplamamız mümkündür: İmtiyazlı senetler ve Âdi (normal) hisse senetleri. Bunlar içeriğine göre sınıflandırılmıştır.
İmtiyazlı Hisse Senedi: Âdi hisse senedi ile tahvil karışımı bir özellik taşıyan ortaklık hakkıdır. Birçok ülkede kullanılmasıyla birlikte ülkemizde kullanılmadığından, üzerinde durmuyorum.
Âdi (normal) Hisse Senedi: Bu senet türü İMKB’ de karşımıza çıkan ve genelde bilinen senet türüdür. Bu senet türü hâmiline veya nâma yazılı olur. Yani tıpkı alacak senetlerinde veya çeklerde olduğu gibi, sahibinin ismi yazılır veya hâmiline denerek herhangi bir kimlik bilgisi yazılmaz. Borsada işlem gören senetlerin hepsi hâmiline yazılıdır. Nâma yazılı hisse senetlerinin borsada işlem görebilmesi, bu hisse senedinin borsaya “kote” dediğimiz kayıt altına alınmasıyladır. Bir senet için kote olmak demek, o senedin İMKB tarafından tanındığı ve alım satımının yapılmasına izin verildiği anlamına gelmesidir.
Hisse senedinin alım satımının dini hükmüne gelince; öncelikle satışa arz edilen hisse senetleri, genelde Anonim Şirketlerinin olduğu için bu tip şirketlerin mahiyetini ve İslâm hukuku açısından değerlendirilmesini bilmemiz gerekir. Mevcut kanunlara göre şirketleri iki kısma ayırabiliriz:
1-Mal Şirketi 2-Şahıs Şirketi.
Mal Şirketi sadece sermayeye dayanıp, ortakların kendisinde rolü olmayan şirkettir. Bu, Anonim Şirketi (A.Ş)dir. Anonim şirket: Bir unvan ile esas sermayesi muayyen paylara bölünmüş ve borçlarından dolayı yalnız mevcut mala göre sorumlu olan bir şirkettir. Ortakların mesûliyeti, taahhüt etmiş oldukları sermaye payları ile sınırlıdır. Dolayısıyla yürürlükten kalkmış olsa dahi şirket borcundan dolayı ortakların, şahsen dava edilmelerine kanûnen imkân yoktur.
Bu tip şirketin kurulabilmesi için şirkette pay sahibi en az beş kurucunun bulunması şarttır. Halil Günenç hocamız bu tip şirketler hakkında, şahıs şirketi olmadığı ve iflas halinde ortaklar şirket borcundan sorumlu sayılmadıkları için İslâm’a uygun bir şirket olmadığını ifade etmiş ve “Şirket iflas veya infisah halinde ortaklar hisseleri nisbetince şirket borcundan sorumludur” şeklinde ufak bir değişiklik yapılırsa, İslâmî şekle dönüşebileceğini söylemiştir.
Hisse senetlerinin borsada alım-satımı hakkında, Mecmea’l-Fıkhiyye dediğimiz İslam Fıkıh Akademisi, 1992 yılında Cidde’deki toplantısında şu kararı almışlardır: “Hisse senetlerinin kâr ve zarara iştirak etmesi sebebiyle genel kural olarak helâldir. Fakat bu işlemin dînî hükmü, bunu çıkaran şirketin ticari işlemi ve amaçlarının meşrû oluşuyla yakından alakalıdır. Şirketin fâiz, içki imâli ve ticareti, karaborsacılık, hile, yalan ve aldatma gibi dinen haram vasıtalarla kazanç sağlaması halinde; hisse senetlerini alıp satmak ve bundan kazanç sağlamak haram ve ma’siyete ortaklık etmek olduğundan câiz değildir.
Hissesi satışa arz olan şirketin esas faaliyet alanı, haram olan işler yapmak veya dinen yasak olan hizmet ve mal üretmek olmamakla beraber, bazı haram işlere taraf olması sebebiyle şirketin kârına haram kazanç karışırsa; bu miktar yaklaşık olarak hesaplanır ve bunun toplum hakkı olduğu inancı ile -sevap beklemeksizin- hayır yolunda harcanır.”
Muâsır İslâm hukukçularından bazıları, hisse senedinin alım satımını iki farklı yönden değerlendiriyorlar. 1- İmal edilmesi, ticari işlemi câiz olan bir konu ile meşgul olan bir şirketin hisse senedini alarak ona ortak olmak. Bu tasarrufda dinen bir sakınca yoktur. Bu hisse senedini alan, şirketin mal varlılığına hissesi nisbetince ortak olur, kâr ve zararına katılır. Dilediği zaman da hissesini bir başkasına satabilir. 2- Temsil ettiği hakiki değerden bağımsız değer kazanması ile, bu tür senedi, eldeki parayı değerlendirmek, değerini korumak, iniş çıkışları takip ederek para kazanmak maksadıyla alıp satmak ki, borsadaki alış verişler daha çok bu ikinci maksada yöneliktir. Bu ayırımı yapan İslam hukukçuları, bu manada borsaya yatırım yapmayı “biraz kumara benziyor” diyerek, kâğıtların gerçek değerinin üstünde veya altında pahalanıp ucuzlamasına sebep olduğundan makbul bir ticaret görmemişlerdir.
Hisse senedi fiyatlarının sûnî dalgalanışına baktığımızda bu görüşün doğruluğuna hak vermemek elde değildir. Şirket sahipleri, bu sene hisse senedi fiyatlarının artmasına sebep olurken, seneye şirketi kötü durumda göstererek hisse senedi fiyatlarını düşürebilirler. Büyük yatırımcıların, hisse senetlerinin borsada yükselip alçalmasına çok büyük etkileri olduğu da inkâr edilemeyen bir gerçektir. İstediklerinde hisse senetlerinin değerini düşürmek için borsaya yüklü miktarda satış için hisse senedi sürerler ve bu şekilde fiyatlar düşer. Arz, talepten çok ise fiyatlar düşer; talep, arzdan çok ise fiyatlar yükselir. Fiyatları düşen hisse senetlerini piyasadan toplarlar ve bu şekilde piyasaya daha önceden satış için sundukları hisseleri toplamış olurlar. Arz ve talep kanunu gereği bu hisse senetlerinin fiyatları tekrar yükselir ve bu yüksek değerden piyasaya tekrar bu senetleri sürerler. Ve genel olarak bu işlemleri mâlî yılbaşlarına göre ayarlarlar ki, kendilerine para yatıran müşterilerine “bakın biz kâr ettik” diyebilsinler. Diğer bir açıdan bakıldığında finans ihtiyacı içinde olan şirketler, bankadan kredi alma veya mal bozdurma yerine, kendileri için daha kolay olan, kendilerine karışamayan, yaptıkları işlemlerde hesap soramayacak ve yatırdığı paranın karşılığını isteyemeyen özel şahıslara, hisse senedi satımına başvurarak bu ihtiyaçlarını giderirler. Zira bu şekilde finans ihtiyacını gidermek şirketler için hem ucuz hem de riski azdır. Aynı zamanda halka açılan Anonim şirketlerinin yaptığı reklâmlarda, mesela; 1000 liralık hisse senedini 2000 liraya satsa ve bunu satın alan vatandaş aldatıldığını anlasa hakkını arayacak bir merciinin de olmadığı bir gerçektir. Zira menkul kıymetlerde gerçeğe aykırı bilgi verenlere S.P.K yani “Sermaye Piyasası Kanunu”nun 47. maddesince 100 bin liradan 1 milyon liraya kadar ağır para cezası verileceği ifade ediliyor. Kısa süreli hapislerin de para cezasına çevrildiği göz önünde tutulacak olursa men edici bir cezanın olmadığı müşahede edilir.
Netice olarak, borsada hisse senedinin alım satımının câiz olup olmadığı aşağıdaki maddeler doğrultusunda değerlendirilir:
*Doğrudan fâiz muameleleri yapan müesseselerin hisse senetlerini almak, bu müesseseye ortak olunacağından haramdır.
*İslam’a göre şarap, bira gibi alınıp satılması helâl sayılmayan şeylerin üretimi veya alım satımıyla iştigal eden firmaların hisse senedini almak haramdır.
*Alıp satmış olduğu veya ürettiği mal her ne kadar helâl olsa da, o malları fâizli muameleyle satan ve fâizle elde ettiği kârı, diğer helâl malın kârıyla karıştırması durumunda, haram olan kazanç toplam kazancın yarısından fazlasını oluşturursa, bu şirketlerden de hisse senedi alınması haramdır.
*Şayet firma helâl üretim ve helâl alım-satım yapmasıyla beraber, başka haram işlerle de uğraşıyorsa, bu firmaya ortak olmak sahiplerine haramda bir nevi yardım etmek olduğu için, “günahta yardımlaşmayın” âyet-i kerîmesini ihlâl sayılacağından doğru değildir.
*Müslümanların, idâresine hâkim olduğu, haram muamelelerle iştigal etmeyen, şeffaf olarak satışa arz ettiği senedin hissesini açıkça bildiren, senetleri isme muharrer, yani hâmiline değil nâma dediğimiz, hisse sahibinin ismine yazılmış olan ve ortaklıktan vazgeçmek isteyenlere bu imkânı sağlayan şirketlerin hisse senetlerini almakta herhangi bir sakınca yoktur.
Sonuç olarak; hisse senetlerinin alınıp satılması teorik çerçevede câiz olmasıyla beraber, sermaye piyasasının belli düzen ve istikrâra kavuşmadığı, günlük siyasi kararlarla ve belli gurupların baskılarıyla kolayca yön değiştirebildiği, sûni müdahalelerin ve sûnî fiyat oluşumlarının bazı yatırımcıları mağdur edip, bazılarının da haksız kazanç sağladığı günümüzde, borsanın bir tür kumar görünümünü aldığı bir gerçektir. Aynı zamanda hisse senetlerinin mahalli olan anonim şirketlerinin bugünkü yapısını da göz önünde bulunduracak olursak, borsayı câiz görmek, en azından günümüzde mümkün değildir.
Rabbim cümlemize hakkı hak bilip tâbi olmayı, bâtılı da bâtıl bilip sakınmayı nasip eylesin. Âmin!


Blog Arşivi