30 Kasım 2008 Pazar

“SİN” “ŞIN”A GİRİNCE KABRİM ZÂHİR OLU







Büyük velilerden biri olan, kalbi ilâhî hakîkatlerle dolu ve Mevlâ’nın ilhamıyla gelecekte meydana gelecek pek çok hadiseyi haber veren Şeyh-i Ekber Muhiddin İbn-i Arabî hazretleri, Endülüs’te doğdu ve bir süre daha orada kaldıktan sonra seyahate çıktı. Şam, Bağdat ve Mekke’ye giderek orada bulunan tanınmış âlim ve şeyhlerle görüştü.
Yaşadığı mânevî bir hâl ve makam gereği “Vahdeti vücut”’ nazariyesine kâil olan Muhiddin İbn-i Arabi hazretlerinin hatalı keşif ve beyanlarını, ikinci bin yılının müceddidi olan İmamı Rabbani hazretleri tashih etmiş ve doğrularını izah etmiştir. (Allâh-ü Teâlâ ehlullahın cümlesinden razı olsun.)
Muhiddin İbn-i Arabî hazretleri, bir keresinde yüksek bir tepeye çıkıp ayağını yere vurarak “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır.” diye bağırmaya başladı. Bunun üzerine oraya toplanan halk ve o beldenin eşrafından olan kimseler, maalesef bu sözün ne manaya geldiğini anlayamadılar. Kelâmın zâhirine bakarak, bunun küfrü gerektiren bir söz olduğuna hükmettiler.

Şöyle ki; bizim taptığımız Allah’tır. Muhiddin Arabî’de: “Sizin taptığınız ayağımın altındadır.” dediğine göre, -hâşâ- “İlâhınız ayağımın altındadır.” demek istediğini zannettiler ve idam edilmesine karar verdiler.
Meselenin gerçek mahiyetini bilmeyen Şam halkı, onun aleyhinde yayılan söylentilerin ve hakkında verilen idam kararının etkisinde kaldıklarından, ayrıca onun mânevî büyüklüğünü de idrak edemediklerinden dolayı, onun kabrinin bile yerinin belli olmamasını ve unutulup gitmesini istediler. Ve onun nâşını kimsenin bilmediği bir yere defnettiler.
Muhiddin Arabî hazretleri daha bu olaylar olmadan evvel, henüz hayatta iken, Şam halkının kendisini anlayamadığını ve kabrinin ziyaret edilmemesi için yerini gizleyeceklerini keşfen bildi. Kendisinden yüzlerce sene sonra ortaya çıkacak olan pek çok olayı, keşif ve kerâmet yoluyla haber verdiği gibi, insanlar her ne kadar gizleseler de, bir gün kabrinin meydana çıkarılacağını haber verdi.
Bunu “Şeceret-ün-Nu’mâniyye fî Devlet-il-Osmâniyye” isimli eserinde şu meşhur sözlerle haber verdi: “İzâ dehale’s-Sîn, ile’ş-Şın. Zahara kabrî Muhiddîn.” Yani “Sin” “Şın”a girince, Muhiddin’in kabri meydana çıkar.
Ve gerçekten de onun mübarek nâşını defnettiler ve kabrini herkesten gizlediler. Dolayısıyla kabrini pek bilen olmadığı için, ziyaret etmek isteyenlerde maalesef ziyaret edemediler.
Bu durum Osmanlı sultanlarından evliyaullahı çok seven Yavuz Sultan Selim Han zamanına kadar devam etti. Muhiddin Arabi hazretlerinden takriben üç asır sonra: “Padişahı âlem olmak bir kuru dâvâ imiş, Bir mürşide bende olmak her şeyden âlâ imiş” sözüyle, bir mürşide uymanın ehemmiyetini ve Allah dostlarının kıymetini en güzel biçimde ifade eden Yavuz Sultan Selim Han, Şam’ı fethederek Osmanlı topraklarına dahil etti. Ve Muhiddin Arabî hazretlerinin kabri şerifinin nerede olduğunu sordu. Evvelce tek tük bilenler varsa da, onlar da çoktan vefat etmişlerdi, berhayat olanlardan ise hiç kimse kabrinin yerini bilmiyordu. Sultan Selim Han, Muhiddin Arabî’nin “Şeceret-ün-Nu’mâniyye fî Devlet-il-Osmâ-niyye” isimli eserinde geçen “Sin, Şın’a girince, Muhiddîn’in kabri meydana çıkar.” sözüne binaen, ısrarla onun kabrini sorup soruşturdu, kabrin bulunması için araştırılmasını emir buyurdu. “En ufak bir iz veya bir işarete rastlansa, hemen bakılıp araştırılsın” diye ferman çıkarttı. Nihayet dağda koyun sürülerini otlatmakta olan bir çoban şöyle bir haber getirdi.
- Onun kabrinin nerede olduğunu bilmiyorum, lâkin dikkatimi çeken bir hususu sizlere haber vermek istedim. Devamlı koyunlarımı otlattığım merada bir yer var ki, sürüde bulunan o kadar hayvandan hiç birisi ne oradan ot yiyor, ne de oraya basıyorlar. Oranın otları her sene baharda kendi halinde büyüyor ve zamanı gelince de kuruyup gidiyor. Çobanın verdiği bu haber üzerine Sultan Selim Han derhal orayı kazdırdı. Biraz kazdıklarında ne görsünler, Muhiddin İbn-i Arabî hazretlerinin mübarek nâşı, sanki daha yeni defnedilmiş gibi taptaze, pırıl pırıl, hiç çürümeden olduğu gibi duruyor. Sultan Selim Han hemen O büyük velinin nâşını çıkarttırıp orayı temizletti, kabrin üzerine de güzel bir türbe yaptırdı. Ve o mübareği tekrar oraya defnettirdi. Bu türbenin yanına da bir câmi ve imâret yaptırdı, bundan böyle orayı herkesin ziyaretine açtı.
Böylece Muhiddin Arabî’nin asırlar öncesinden verdiği haber gerçekleşmiş “Sin” “Şın”a girince, Kabri meydana çıkmıştı. “Sin” den maksad Sultan Selim, “Şın”dan maksad Şam olduğu anlaşılmıştı.
Tabi asırlar önce vefat etmiş bir zâtın cesedinin çürümemesi, olduğu gibi taptaze kalması hiç şüphesiz onun büyük bir veli ve Allah dostlarından olduğuna delalet etmekteydi. Peki böylesine büyük bir Allah dostunun “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır” diyerek (Hâşâ) Allah’ı kastetmesi mümkün müydü? Dolayısıyla onun bu sözünü tevil etmek ve bu sözde bir hikmet aramak gerekiyordu.
Sultan Selim işte bu meseleyi de açığa çıkarmak için, Muhiddin İbn-i Arabî’nin bu sözü nerede söylediğini araştırdı. Nihayet o yeride buldurdu ve kazmalarını emretti. Başladılar Muhiddin Arabî hazretleri’nin ayağını vurduğu yeri kazmaya…
Bütün şehir halkı toplanmış merakla ne olacağına ve oradan ne çıkacağına bakıyordu. Kazı çalışması tamamlanınca bir de baktılar ki, kazılan yerden içi çil çil altın dolu büyük bir küp çıktı.
Böylece bu meselede anlaşılmış oldu. Demek ki Muhiddîn-i Arabî hazretleri; Şam’da kalbi para sevgisiyle dolu, yaptıkları her işi ve ameli Allah için değil, sırf menfaat ve çıkar için yapanlara, “Siz Allah’a tapıyoruz diyorsunuz, ama yaptığınızı Allah için değil para ve altın için yapıyorsunuz. Dolayısıyla Allah’a değil altına tapıyorsunuz. Sizin o taptığınızda benim ayağımın altındadır.” buyurarak, hem onlara vaaz etmiş, hem de hazinenin yerini işaret etmişti. Fakat o zaman maalesef Onu anlayamamışlardı.
Şeyhu’l-Ekber Muhiddin İbn-i Arabi hazretlerinin kabri Şam’da olup, dünyanın her tarafından gelen ziyaretçilerle dolup taşmaktadır.



0 yorum:

Yorum Gönder

Blog Arşivi