24 Kasım 2008 Pazartesi

Bir Îman Önderi "AHMED YESEVÎ" Hazretleri





Ahmed Yesevî, her bakımdan Yusuf-u Hemedânî’nin tesiri altında kalmış, ilmi, fazlı ve takvâsıyla onu kendisine bir muktedâ bilmiştir. Şeyhi gibi şer’î esaslara, Nebevî Sünnete ve Hanefî fıkhına tam bir bağlılık göstermiştir. Arslan Baba’dan melâmet esaslarını, Yusuf Hemedânî’den zühd, takva, riyâzet, mücâhede ve zikir esaslarını alan Ahmed Yesevî’nin yetişmesinde, özellikle bu iki mübarek şahsiyet çok büyük yer tutar.


Ahmed Yesevî Hazretlerini 2006 Ağustos’unda sıcak bir yaz günü, yüzlerce Özbek, Kazak ve Türkmenlerle birlikte büyük bir huşû içinde kabrini ziyaret etmiştik. Huzurunda mânevî atmosferlerin en güzelini yaşadık. Kimdi Ahmed Yesevî, neden Kızıl Rusya onun Türbesini yıllarca kapalı tutmuş, içeri ziyaretçi almamış, medresesini kapatmış, mübârek emânetleri olan kitaplarını, eşyalarını ve özellikle de misafirlere şifa için çorba pişirilen “Koca Kazan”ı alıp götürmüştü? Neden Hacca gidemeyen Müslümanlar günlerce Şahı Nakşibend (ks), Abdülhâlık Gucduvânî (ks), Ahmed Yesevî ve benzeri Horasan Erenlerinin Türbelerine koşup, tel örgülerin, kilitli kapıların ardından da olsa dua edip, himmet istemişlerdi. Kızıl Rusya’yı kilitli Türbelerinde bile titreten bu Allah dostları kimlerdi acaba?
Ahmed Yesevî Hazretleri; Türkistan’da yetişen en büyük velilerden biri olup; tam ismi, Ahmed bin İbrahim bin İlyas el-Yesevî’dir. Ahmed Yesevî’nin; doğum yeri, bugünkü Kazakistan Cum-huriyeti’nin Çimkent şehrine yedi kilometre uzaklıkta bulunan Sayram kasabasıdır. Onun doğum yeri kesin olarak bilinmekle birlikte; doğum tarihi tam olarak bilinememektedir. Ancak Silsile-i Zehebden Yusuf-ı Hemedânî (ö.535/1140) Hazretlerine intisabı ve onun halifelerinden oluşu dikkate alınırsa, O’nun on birinci asrın ikinci yarısında dünyaya geldiği söylenebilir. Araştırmacılar; 73 yıl yaşadığını ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki yaygın görüşü dikkate alarak; onun 1093 yılında doğduğunu söylemektedirler.
Sayram kasabası, bu dönemde Aksu sancağına bağlı ve Aksu’nun 176 kilometre kuzeydoğusunda bulunmakta idi. Sayram, Tarım ırmağına bağlı Şâhyâr nehrine dökülen Karasu’nun üzerinde küçük bir kasaba idi. İstîcâb ve Akşehir adıyla da anılmaktadır. Halkını Türkler ve Acemler oluşturmaktaydı. Babası Sayram’ın ünlü bilginlerinden İbrahim Şeyh, annesi ise Kara Saç Ana’dır. Bunların Türbeleri bu gün Sayram Kasabasında olup; Ahmed Yesevî Hazretlerini ziyarete gidenlerin, ilk önce onların mübarek kabrini ziyaret ettiklerine bizzat şahit olduk. Kaynaklar, İbrahim Şeyh’in soyunu Hz. Ali’nin oğullarından Muhammed el-Hanefî’ye kadar çıkarmaktadırlar. Soyu, Hazret-i Fâtıma validemize dayanmadığı için seyyid değildir. Annesi Kara Saç Ana ise; evliyaullahtan Şeyh Musa’nın Ayşe isimli kerimesi olup, sâliha, müttekî ve iffetli bir hatun idi.
Ahmed Yesevî, ilk tahsilini yedi yaşında iken kaybettiği babası İbrahim Şeyh’ten almıştır. Ahmed Yesevî Hazretleri babasının vefatı sebebi ile daha yedi yaşında iken, ablasıyla birlikte Yesi şehrine gitmiş ve oraya yerleşmişti. Bir çok Türkistan şehri gibi, hem Ehl-i Sünnetin; hem bu anlayışa uygun yaşayan mutasavvıfların merkezlerinden biri olan Yesi, bizim ziyaretimizde de dikkatlerimizi çektiği gibi; âdeta bir bal kovanı gibi; iklimi, sükûneti, sadeliği, boyunları Hakk için bükülmüş seyrek sakallı, mütebessim ve tane tane konuşan insanları ile küçük Ahmed’e “Ballar balını buldum/ Kovanım yağma olsun” dedirtecek kıvamda bir mânevî dünya ve maddî hayat bahşetmiştir. Yesi’de küçük Ahmed’in eğitimini Hz. Peygamber’in mânevî talimatıyla bu iş için vazifelendirilen Şeyh Arslan Baba üstlenmiş ve bu mübarek Türkmen hocası Ahmed Yesevî’nin ilk mânevî babası olmuştur. Yesi’de ilk ciddi medrese tahsiline de başlayan Ahmed Yesevî, küçük yaşta olmasına rağmen bir takım mühim manevî tecellilere de mazhar olmuş, umulmadık meziyetler sergilemiş, Hızır Aleyhisselam’ın sohbet ve irşâdına nâil olmuştur. Arslan Baba’ya intisab ettiği zaman daha henüz yedi yaşında bulunduğunu, kendisi de “Divan-ı Hikmet”inde ifade etmektedir.
Tasavvûfî Menâkıpnâmelere göre Arslan Baba, Hz. Peygamberimizden mânen aldığı “hurma” emanetini, Yesi’ye gelerek, bu emanetin sahibi olan Ahmed Yesevî’ye bizzat teslim etmiştir. Ahmed Yesevî Hazretleri de “Divan-ı Hikmet”inde bu hadiseyi naklettikten sonra; yedi yaşında Arslan Baba’ya nasıl “bende” olduğunu aktarmakta; Arslan Baba’nın yanında on bir yaşına kadar hangi merhaleleri geçerek, nasıl bir tasavvûfî ruh hâline ulaştığını dile getirmektedir. Kısacası küçük Ahmed, Arslan Baba namındaki bu tanınmış Türk şeyhinin bitmek bilmeyen teveccüh, iltifat ve hayır duasına mazhar olmuştur.
Tasavvuf; gönül diline önem veren bir vuslat ve irşad ameliyesidir. Bu sebeple buradaki “hurma” ifadesi de remzî olarak ele alınmalıdır. Dolayısıyla; Arslan Baba vasıtasıyla Hz. Peygamberimizden doğrudan doğruya emanet olarak getirilip Ahmed Yesevî Hazretlerine verilen “hurma” maddi bir hediye olmaktan öte manevî bir hediye olarak çok önemlidir. Kendisine takdim edilen bu “hurma” Ahmed Yesevî’yi sırlar âleminde aşk-ı rabıta ile kendinden geçirtmiş, Hz. Mevlâna’nın “Düğün Gecesi” dediği hakiki vuslata hazırlamıştır. Bir başka deyişle onu bu ebedî vuslat yolunun yolcusu yapmıştır.
Onun; yaş bakımından çocukluk dönemlerinde gerçekleştiğinden bahsettiği bir takım manevî tecrübelerini ancak tasavvuf terminolojisi ışığında değerlendirebiliriz. Tasavvuftaki “velâdet (doğum)” kavramı, tâlibin mürşide intisâb etmesi ve tarikata girmesi şeklinde tanımlanır. Bu ana karnından dünyaya olan doğumdan sonra gerçekleşen ikinci doğumdur ki; ehl-i tasavvuf indinde buna “Velâdet-i Sânîye” (İkinci Doğum) denildiği gibi; “Velâdet-i Ma’neviyye” (Manevî Doğum) ya da “Velâdet-i Rû-hiyye” (Rûhî Doğum ) da denilmektedir. Birinci doğumda, madde âlemi ile bağ kuran insan, ikinci doğumunda ise sadece mânâ âlemi ile irtibat kurmaktadır. Dolayısıyla onun bu manevî tecrübeleri tasavvufî intisabının akabinde gerçekleşmektedir.
İlk tahsiline Yesi’de başlayan Ahmed Yesevî Hazretleri, Arslan Baba’nın vefatından sonra tahsilini tamamlamak maksadıyla önemli bir İslam merkezi olan Buhara’ya gitti. “Buhara-i Şerif” olarak meşhur olan ve ne yazık ki; şu an hâlâ günde beş vakit ezan sesine bile hasret olan bu mübarek şehir; o asırda tam bir ilim, kültür ve mâneviyat merkezi idi.
Buhara’da Ahmed Yesevî Hazretleri’ni, devrin ileri gelen âlim ve mutasavvıflarından; Nakşî yolunun da sultanlarından olan Yusuf Hemedânî Hazretleri, kendi himmet ve himâyesine kabul buyurmuştu. Ona intisap eden Ahmed Yesevî Hazretleri de, ondan sadece maddî ilim tahsil etmekle kalmamış, seyr-i sülûk’ünü onun yanında ve tekkesinde tamamlamıştı. O, hikmetlerinden birinde Şeyh Yusuf-u Hemedânî’ye yirmi yedi yaşında intisap ettiğini ifade etmekle beraber, bu intisabın kaç tarihinde olduğu belirtilmemektedir. Buhâra’da gerçekleşen bu mübarek intisabı; Ahmed Yesevî Hazretleri Divan-ı Hikmet’inde şöyle anlatacaktır: “Yirmi yedi yaşta pîri buldum, gördüğüm her sırrı perde ile sarıp örttüm. Dergâhına sığınarak izini öptüm. O sebepten Hakk’a sığınıp geldim işte” (Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet, s. 72.)
Kısa zamanda şeyhinin teveccühünü kazanıp onun yanında kemâle eren Ahmed Yesevî, her bakımdan Yusuf-u Hemedânî’nin tesiri altında kalmış, ilmi, fazlı ve takvâsıyla onu kendisine bir muktedâ bilmiştir. Şeyhi gibi şer’î esaslara, Nebevî Sünnete ve Hanefî fıkhına tam bir bağlılık göstermiştir. Arslan Baba’dan melâmet esaslarını, Yusuf Hemedânî’den zühd, takva, riyazet, mücâhede, ibâdet ve zikir esaslarını alan Ahmed Yesevî’nin yetişmesinde özellikle bu iki mübarek şahsiyet çok büyük yer tutar.
Ahmed Yesevî tıpkı mürşidi Yusuf Hemedânî Hazretleri gibi Hanefî mezhebinde bir fakih ve şer’î esaslara vâkıf, şeriatla tarikatı kaynaştıran bir âlimdi. Dinin icaplarına karşı ilgisizliğin tarikat âdâbıyla uyuşmayacağını neşr ve telkin eden bir mürşid idi.
Buhara bu tarihlerde Karahanlıların hâkimiyeti altındaydı ve devrin en büyük ilim ve kültür merkezlerinden biriydi. Dünyanın çeşitli yerlerinden talebeler buraya gelip ilim tahsil ediyorlardı. Buhara’da güçlü bir Hanefi Fıkhı geleneği mevcuttu. Hoca Ahmet Yesevî Hazretleri hocasının arzusu ile Buhara’da bir müddet ders de verdi, fakat hocası Yusuf-u Hemedânî Hazretlerinin vefatından sonra, vaktiyle şeyhinin verdiği manevî işaret üzerine irşad makamına oturan Hoca Abdulhâlık Gücdüvânî Hazretlerine (ö.595/1199) biat ederek, onun tensibi ve tayini ile çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği Yesi’ye gitmişti.
Yesi, bugünkü adıyla Türkistan şehri; Oğuz Han’ın hükümet merkezi menkıbelerine karışmış meşhur bir yerdi. Bilhassa Hoca Ahmed’in bu şehre izâfetle Yesevî lakabını alması, bu şehrin Türk âlemindeki tarihî ehemmiyetini bir kat daha arttırmıştı. Ahmed Yesevî Hazretleri; Sîr-Derya ve Taşkend çevresinde, Seyhun’un kuzeyindeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında güçlü bir nüfuza sahip olmuştu. Etrafına toplanan şahsiyetler, İslamiyet’e yeni girmiş, fakat inançlarında son derece samimi olan saf ve sâde Türklerdi. Herhangi bir medrese eğitimi alamamış, Arap ve Acem lisanlarına vukûfiyeti olmayan, din anlayışlarında yüzeysel bir yapıya sahip bulunan bu kitleler, onun ilgi odağı haline gelmişti. Ahmed Yesevî Hazretleri; Arap dilinde, Fars edebiyatında, medrese ilimlerinde mütehassıs bir şahsiyet olmasına rağmen, müntesiplerine anlayabilecekleri bir dille hitap etmiş, günün modasına uyarak Farsça eserler kaleme almak yerine Türkçe hikmetler söylemiştir. Arapça ve Farsça bilmeyen Türklere, tasavvufî zevki ve mânevî neşeyi Türk edebiyatının basit şekilleri, ahlâkî ve tasavvufî manzumeleri ile anlatmıştır.
Ahmet Yesevî Hazretleri, “Divan-ı Hikmet”i Arapça ve Farsça bilmesine rağmen çok sade bir Türkçe ile yazmıştır. Bu yüzden; O’nun “Hikmet” denilen bu eğitici sözleri, Türkistan Türkleri üzerinde büyük izler bırakmıştır. Bu hikmetli sözlerde şeriat erkânını ve tarikat âdablarını anlatmıştır. Ahmet Yesevi tekke edebiyatının da ilk temsilcisi idi. Bu vesileyle Anadolu’daki Türk edebiyatının yeşerip gelişmesine zemin hazırlamış, Yunus Emre gibi büyük şairlerin yetişmesine sebep olmuştur.
Yesevî ocağında eğitimlerini tamamlayan genç-yaşlı binlerce Yesevî müridi, Türkistan’dan Balkanlara kadar uzanan bütün Türk yurtlarında Hoca Ahmed Yesevî’nin, saf ve sâde Türkçe ile söylenmiş “hikmet”lerini terennüm etmişler ve eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet’le uzlaştırmaya çalışan, dolayısıyla dînin emirlerini tam olarak yerine getiremeyen henüz yeni Müslüman olmuş insanlara; İslâm’ın sıcak, samimi, hoşgörü ve insan sevgisine dayalı, gerçek ve güzel yüzünü tanıtmışlardır. Böylece Hoca Ahmed Yesevî’nin Ehl-i Sünnet noktasındaki tavizsiz, tasavvufta şer’i şerife tam mutabık, samimi ve candan tavrı çok kısa sürede, bütün Türk illerine yayılmıştı.
Zâhirî ve batınî bütün ilimlerde derin bir âlim olan Ahmet Yesevî Hazretleri, günün büyük bölümünü ibadet ve zikirle geçirmekte, zamanının arta kalan diğer bir kısmında ise, talebelerine zahirî ve batınî ilimleri öğretmekte idi. Gününün kalan çok kısa bir bölümünde ise, alın teri ile geçimini sağlamak üzere, tahta kaşık ve kepçe yapıp, bunları satmakta idi.
63 yaşına girdikten sonra Ahmed Yesevî Hazretleri; tekkesinin bir tarafına üç arşın derinliğinde bir çilehane yaptırarak oraya çekilmiştir. Oradan da vefatına kadar hiç dışarı çıkmamıştır. Bir başka deyişle 63 yaşından sonra Hz. Peygamberin görmediği dünyayı görmemeyi tercih etmiş, bu gün hâlâ kullanılan bir yeraltı yolu ile cemaate ve Cuma namazlarına yıllarca güneş ve ay yüzü görmeden devam etmişti. Onun bu tutumunun nedeni, Hz. Peygamber’in ömrünün o kadar oluşunu kendine “üsve” (örnek) edinmesinden kaynaklanmıştır. Buna rağmen büyük bir ilgi celbetmiş, rivayetlere göre; 99.000 kişilik büyük bir müridler topluluğu âdeta etrafında pervane olmuştur.
Ahmet Yesevî Hazretleri 1194 yılında (Hicri 590) Yesi şehrinde vefat etmiştir. Kabri üzerindeki türbe, 200 yıl sonra Timur Han tarafından inşa edilmiştir. İslam itikadınca vefatından sonra da himmet ve teveccühleri devam etmekte olan Ahmed Yesevî Hazretleri; kendisinden yaklaşık iki asır sonra yaşayan Sultan Timur’un rüyasına girmiş ve O’na zafer müjdesinde bulunmuştur. Timur da bu müjdeye bir şükran ifadesi olarak ona anıt-mezar şeklinde bir türbe yaptırmıştır. İki sene içinde tamamlanan türbe inşaatı, camii ve dergâhı ile tam bir külliye hâlini almıştır. Zamanla harap olan türbe, bir rivayete göre Özbek Hânı Abdullah Han, bir diğer rivayete göre ise Şeybânî Han tarafından yeniden tamir ettirilmiştir. Günümüzde bu türbenin bulunduğu camiye “Cami-i Hazret” bu camiinin bulunduğu Türkistan şehrine de “Hazret-i Türkistan” veya sadece “Hazret” denilmektedir. Ahmed Yesevî’nin türbesi yılın her mevsiminde ziyaret edilmekle birlikte, bilhassa senede bir defa “Zilhicce’nin onunda” bu türbede Türkmen, Özbek, Kazak ve Kırgız Türkleri tarafından görkemli merasimler düzenlenmektedir. Çünkü Sovyet Rus yönetimi döneminde kendilerine hac müsadesi bile verilmeyen bölge Müslümanları tarafından Ahmed Yesevî Hazretlerinin türbesi; manevi bir merkez hâline getirilmiştir. Mezarının bulunduğu bölgede Ahmed Yesevî’nin, mezarı civarına defnolunanlara O’nun kıyamet günü şefaat edeceği inancı yaygın olduğu için, bu gün bile hâlâ Özbek, Türkmen, Kırgız ve Kazak Türkleri cenazelerini türbe yakınlarına getirmekte ve buraya defnetmektedirler. Özbek-Kazak zenginleri, daha sağlıklarında, türbe yakınında bir parça toprak satın almaktadırlar.





0 yorum:

Yorum Gönder

Blog Arşivi