25 Kasım 2008 Salı

İslâm Hukûkunda Zarûret ve Kolaylaştırma Prensipleri







İslâm hukûku zarûreti ve bazı yerlerde de hâceti (ihtiyacı); güçlüğü kaldırmak olarak değerlendirerek, normal zamanlarda izin vermediği bir çok meselede zarûrete binâen izin vermiş, hatta bazı yerlerde bu izni farziyet makamına çıkararak, yapılmadığı takdirde günah olarak saymıştır. Fukahâ arasında bu prensip “Zarûretler yasakları mübâh kılar” şeklinde değerlendirilmiştir.


Bizleri yoktan var edip İslâm nimetiyle nimetlendiren Rabbimiz’e hamd eder, “Allah katında en sevimli din, geniş ve kolay olan Hanif Dini’dir” diye buyuran Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e ve Onun en sıkıntılı olduğu zamanlarda yanında olan ve Allah’tan getirdiği dinin yayılması için son derece gayretlerini sarf eden Âl ve Ashâbına salât ve selâm ederiz. Genel prensip olarak câiz olmayan bir takım dînî meseleler hakkında “zarurete binaen câizdir” denilerek ilim adına birçok meselelerin konuşulduğunu ve insanlar arasında tedavül ettiğini görmekteyiz. Bundan dolayı bu ayki köşemizde usulle alâkalı olarak “İslâm hukukunda zaruret, ihtiyaç nedir? Hangi durumda bunlar haramı helâl yapar? İslâm hukukçularının bu konudaki görüşleri nelerdir?” gibi meseleleri ele alıp inceleyeceğiz.
İslâm Hukuku’nda kabul edilmiş genel prensiplerden biri de güçlüğü kaldırmak ve insanlar için kolaylaştırma nazariyesi olduğu bir gerçektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in sünneti, bu prensibi açıkça ifade etmektedir. İslâm hukuku zarureti ve bazı yerlerde de hâceti (ihtiyacı); güçlüğü kaldırmak olarak değerlendirerek, normal zamanlarda izin vermediği birçok meselede zarurete binaen izin vermiş, hatta bazı yerlerde [zor durumda olan kimsenin lâşe veya domuz eti yemesi gibi] bu izni farziyet makamına çıkararak yapılmadığı takdirde günah olarak saymıştır. Fukahâ arasında bu prensip, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’nin de 21. maddesinde ifade edildiği gibi; “Zarûretler yasakları mübâh kılar” şeklinde değerlendirilmiştir. Mecelle şârihlerinden Atıf Efendi, diğer fukahâ gibi mezkur olan kaidenin şerhinde “Zaruretler her memnû olanı mübâh kılmaz” diyerek sözüne şu şekilde devam etmiştir: “Usul-u fıkıh ilminde beyan olunduğu vecihle haramlılık ve yasaklılık üç nevidir:
1- Bir başkasını öldürmek veya uzvunu kesmek fiillerinin haramlığı gibi, asla sâkıt olmayan yani, kendisine hiçbir şekilde ruhsat verilmeyen haramlıktır.
2- Lâşeyi yemenin haramlığı gibi, zaruret ile sakıt olan haramlıktır.
3-Bir başkasının malını telef etme haramlığı gibi, sakıt olmayıp zaruret vaktinde ruhsata muhtemel olan yani, alâkalandığı yer genel olarak helâl olmaz ise de, haramlığın devam etmesiyle beraber taalluk ettiği fiilin işlenmesi, Allâh-ü Teâlâ tarafından ruhsat verilen haramlıktır.” Atıf Efendi, yasaklılığın bu üç kısmını beyan ettikten sonra “Zarûretler yasakları mübâh kılar” kaidesinin, yasaklılığın birinci kısmında geçerli olmayacağını ifade ederek, şayet kişi öldürülmek veya uzuvlarından herhangi birinin kesilmesi üzerine tehdit edilse bile, bir başkasını öldürmesi veya herhangi bir uzvuna zarar vermesi câiz olmayacağını ifade etmiştir. Yani bu kişi için her ne kadar zaruret tahakkuk etmişse de, kendisi için yasak olan bu fiili işlemesine fıkhen izin verilmemiştir. Görüldüğü gibi zaruretin oluşması, haram olan bu fiili helâl kılmamıştır. Ancak zaruret kendisi için tahakkuk etmiş olan kimseden öldürme işlemi vaki olması durumunda, kısasın ikrah-ı mülci’e ile, zorlayana mı, yoksa öldürme işlemini yapan fâile mi uygulanacağı hakkında ihtilaf olunmuşsa da, mezhep içinde kabul olunan görüşe göre “âmir-i mücbir” dediğimiz zorlayan kimse üzerine uygulanacağı ifade edilmiştir. Şayet zaruret, yasaklığın ikinci kısmında meydana gelse, bu yasaklık Mecelle’nin 21. maddesi doğrultusunda mübâhlığa, yerine göre de farziyete intikal eder: Ölmek üzere olan kimsenin hayatını korumak için, domuz veya leş etinden yemesinin haramlığının kalkması gibi. Eğer zaruret yukarıda zikri geçen yasaklığın üçüncü kısmında meydana gelse, bu durumda yasaklık küllî olarak mübâh olmazsa da, günahın olmaması ve fâilin de sorumlu olmaması cihetiyle mübâh muamelesi yapılır. Nitekim açlıktan ölmek üzere olan kimsenin (şartları oluşması doğrultusunda) bir başkasının malını rızası olmasa bile alıp yemesi câizdir. Ancak Mecelle-i Adliye’nin 33. maddesi olan “Zor durumda kalmak başkasının hakkını iptal etmez” kaidesince de, malını zayi ettiği kişinin rızasını alması veyahut yediği malın bedelini ödemesi gerekir. Buraya kadar ifade ettiğimiz meselede, fukahâ arasında önemli bir ihtilaf yoktur. Ancak lugatta şiddetli sıkıntı manasına gelen, dinde de haramı helâl yapan zaruretin târifi, bir de Mecelle-i Adliye’nin 32. maddesi olan “Hâcet umumi olsun, hususi olsun zaruret menzilesine indirilir” kaidesinde geçen “hâcetin” manaları hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Gücümüz nisbetince bu farklı görüşleri serd etmeye gayret edeceğiz.
Zaruretin târifi: Mecelle şârihlerinden Ali Haydar Efendi: “Dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeye mecbur eden, durum”a, ‘zaruret’ derken, Hidâye şârihi İbni Humam: “Kişinin öyle bir duruma gelmesi ki, şayet yasak olan şeyi işlemese helâk olmasıdır” diye beyan etmiştir. Ebubekir Cessas gibi bazı âlimler de: “Kişinin kendisi veya uzvu helâk olması” olarak beyan etmişlerdir. Muvafakat sahibi Şâtıbî ve bu gibi düşünen bazı âlimlere göre de zaruret: “Dünya ve âhiret maslahatının kıyamı için olmazsa olmaz olan, şöyle ki; yapılmadığı takdirde dünya maslahatı istikametinde câri olmayacağı gibi, âhirette de kurtuluşun olmayacağı ve nimetlerin kaçmasına sebep olan şey” olarak târif etmişlerdir. Mevsuatil Fıkhiyye’nin ifadesi doğrultusunda usulcülere göre zaruret: (zaruri olan beş şey) dediğimiz “dinin, nefsin, aklın, nesebin, malın muhafazasından biri üzerine korkmak” olarak târif edilmiştir. Curcânî gibi diğer âlimler de: “Kaldırılması mümkün olmayan nazile (gelen bir mesele)” olarak beyan etmişlerdir.
Mâlikîlere göre zaruret: “Helâktan veya çok şiddetli zarardan korkmaktır.” Şâfiî fukahâsından olan İmâm-ı Remlî “Nihayetül Muhtaç” kitabında zarureti: “Ölümden veya hastalıktan korkmak veyahut ta bunların dışında abdestin halefi olan teyemmümü, suyun bulunmasıyla beraber mübâh kılan her türlü mahsur” diye târif etmiştir. Yine zaruretin târifiyle alâkalı üstadım Halil Gönenç hocamızın “Günümüzün Meseleleri” adlı eserinde “Muğni El- Muhtac” kitabından naklen şu ifadeler vardır: Zaruretin çeşitleri, târifleri vardır. Bir kısmı şunlardır:
a) Can veya organ helâkinden endişe etmek.
b) Ölüm veya şiddetli hastalık, ya da onun artmasından veya uzamasından veyahut arkadaşlarından geri kalmaktan endişe etmek, zarurettir. Hanbelî mezhebinde zaruretin târifine gelince, mezhepte farklı görüşlerin olduğuna muttalî olduk. Yaptığımız mütâlaa neticesinde mezhep içinde sahih olan târif: “Kişinin sadece telef olmaktan korkması” şeklindedir, bunun dışındaki korkulara zaruret demiyorlar. Ancak 1 ifadesiyle kişinin teleften, zarardan, hastalıktan veya yolda arkadaşlarından geri kalmaktan korkmasına da zaruret diyorlar. Genel olarak yukarıdaki târiflere baktığımız zaman, zaruret hakkında munzabıt bir târif getirmenin güç olduğu görülmektedir. Zira bu târifleri furû’i meseleler üzerinde uygulanmasına baktığımızda, bazıları bu târifleri biraz daha genişletirken, diğer bir kısmı da bu çerçeveyi biraz daha daraltmıştır.
Özetlemek gerekirse; kişinin canı veya uzvu üzerine korkması, Hanbelîlerin haricinde genel olarak zaruret olduğu kabul edilirken, bazıları da bu çerçeveyi biraz daha genişleterek (zaruri olan beş şey) dediğimiz dinin, nefsin, aklın, nesebin, malın muhafazasından biri üzerine korkmayı katmaktadırlar. Bu konuda her ne kadar farklı yaklaşımlar olsa da, usul-ü fıkıh kitaplarımızın, dünyevî maslahatın kısımlarından olan zaruriyyat, haciyat, tahsiniyyat konularına baktığımızda ve bunların reyal olarak furû’i fıkıhdaki uygulamalarını müşahade ettiğimizde (zaruri olan beş şey) zaruret olarak tanımlamanın kanaatimce daha şumullü olacağına inanıyorum.
Fukahâ arasında “zarûret’in, yasakları mübâh kılmasının” ne demek olduğunda da görüş ayrılığı olmuştur: Zaruretler, haram olan şeylerden bu sıfatı kaldırarak zaruret haline düşmüş kimseye bunları helâl mi kılar? Dolayısıyla zaruret halinde bunları yapan kimse, helâl olan bir şeyi yaptığı için günah işlememiş mi olur? Yoksa zaruret, haram ve yasak olan şeyin -haram sıfatını değil- onu işlemenin günahını mı kaldırır? Hanefîler ve onlarla aynı görüşte olanlar, zaruretin mübâh kıldığı yasak ve haramları ikiye ayırıyorlar:
a) Zaruretin haram vasfını kaldırdığı ve mübâh hale getirdiği, dolayısıyla da işleyene günah olmayan haram ve yasaklar. Bu nevi yasaklarda zaruretin hükmü; haramlık vasfını ve işleyenden günahı kaldırmaktır ki, bazen bunu işlemek farz da olabilir.
b) Zaruretin, haramlık vasfını kaldırmadığı, sadece işleyenden günahı kaldırdığı haramlar. Bunlar, işleyene günah olmaması bakımından mübâh, haramlık vasıflarının kalkmamış olması bakımından ise haram gibidir.
Bu nevinin örneği; zorlanan bir kimsenin küfrü (dinden çıkmayı) gerektiren bir iş işlemesi veya mecbur kalan birisinin, diğerine ait malı itlâf ve imha etmesidir. Şâtıbî’nin, el-Muvâfakât adlı eserinde ifade ettiği kanâatine göre; zaruret ruhsatı gerektirir, ruhsatın hükmü, haramlık vasfı’nın kalmasıyla beraber, mecbur olup işleyenden yalnızca günahı kaldırmak değil, zarûretin ilgili bulunduğu haramdan, haramlık vasfını kaldırmaktır. Şâtıbî’nin bu ifadesinden anlaşılan; zaruretin mubâh kıldığı haramların, Hanefîler tarafından yapılan ikili taksimi gibi olmamasıdır. Şâtıbî, eserinde bu kanâatini isbat için birçok delil serd ediyor, daha sonra da kendi kendine şöyle bir itiraz yöneltiyor: “İslâm âlimleri, mecbur kalan kimsenin, ölmekten korkuyorsa lâşe hayvanı yemesinin gerekli olduğunda ittifak etmişlerdir. (Aslında bu konuda ekseriyetin görüşü her ne kadar böyle olsa da, Ebu Yusuf, Mühezzeb sahibi Ebu İshak ve Hanbelîlerden bir görüşe göre: Muztar durumda kalan kimsenin lâşe veya hınzır eti yemesi her ne kadar mübâh olsa da vacip değildir, nitekim bu konuyla alâkalı Mukarenî, Zuhayli İbni ame’nin “Muğni”sinden nakletmiştir.) Şâtıbî’nin sözüne dönecek olursak: Bu, yani mecbur durumda kalan kimsenin, ölmekten korkması durumunda lâşe hayvanının etini yemesinin gerekli olduğu, zaruret hâlinin sevkettiği ruhsatı kullanmasının farz olduğuna delâlet etmektedir. Şu halde bunun hükmü devamlı olarak mübâh olmak değildir...” Şâtıbî, sonra da bu itiraza şu cevabı veriyor: “Helâl yiyecek bulamayan bir kimseye, kendisini açlık sıkıntısından kurtarmak ve sıkıntısını gidermek maksadıyla murdar hayvan etini yeme hususunda ruhsat verilmiştir. Kişi açlıktan ölüm tehlikesiyle karşılaşır ve murdar hayvan etini yemek suretiyle de tehlikeyi atlatma imkânını bulursa hayatını kurtarmak kendisine -şu âyetle- emredilmiştir: “kendinizi öldürmeyiniz...” Abdulkerim Zeydân’ın ifadesiyle sanki Şâtıbî, zarûret haline düşmüş bir kimsenin murdar hayvan eti yemesine iki yönden bakmıştır.
a) Şârî, umûmî olarak yasakladığı bir şey hakkında ona izin vermiştir, bu yönden bakılınca yemek, ruhsat yoluyla mübâhtır, burada mübâh kılmak ve izin vermek, zarûret hâlinin gerektirdiği bir ruhsat mahiyetindedir.
b) Kişinin kendi hayatını kurtarma yönünden bakmıştır; bu ise farzdır çünkü, yukarıda zikredilen âyet bunu emretmiştir. Şâtıbî’ye göre buradaki farz oluş, ruhsat hükmüyle değil, başka bir delilden (âyetten) çıkarılmıştır. Zarûretin sevkiyle meydana gelen hükmün fıkhî keyfiyeti hakkındaki tartışma ne olursa olsun, bütün İslâm hukukçuları zarûrete düşmüş kimsenin, murdar hayvan eti vb. haram şeyleri yemesine -içine düştüğü zarûret haline bakılarak- izin olduğunda ittifak etmişlerdir.
Aynı şekilde bazı zaruret durumlarında, murdar hayvanı yemek gibi ruhsatları uygulamanın farz olduğunda da ittifak edilmiştir; bu farz oluşun “zarûretten mi, yoksa başka bir delilden mi?” doğmuş bulunduğu, somut olarak sonucu pek değiştirmez. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi zaruretler bütün yasak ve haram olan şeyleri mübâh kılmaz. Ayrıca bu mübâh oluştan maksat “yapmak ile yapmamanın eşitliği” manâsında mâlum olan ibâhadır. Bu, Şâtıbî ile onun gibi düşünenlerin görüşüdür. Hanefîler ve aynı görüşte olan diğerlerine göre ise zarûretin bazı yasakları kaldırması, Şâtıbî’nin anladığı mânâdadır; diğer bazılarında zarûret sadece günahı kaldırır, haramlık vasfını kaldırmaz.
Hâcetin (ihtiyaçın) târifi: Mecelle-i Adliye’nin 32. maddesindeki “Hâcet umumi olsun, hususi olsun zaruret menzilesine indirilir” kaidesinde geçen “hâcetin” manaları hakkında farklı görüşler ileri sürüldüğünü beyan etmiştik. Elmalılı Hamdi Yazır, İslâm Hukûku adlı eserinde “hâcet”i şu şekilde tanımlamıştır: “Aslında bir diken adı olup, bundan alınarak bir diken gibi insana ızdırap veren ve giderilmedikçe rahat edilmeyen şey manasında kullanılır. Bu itibarla hâcet, nefiste olan bir manadır. Daha sonra hâceti kaldıran husûlü, vücudu matlup olan şeye “hâcet” denmiştir. Bir başka ifadeyle hâcet, kendisinden ihtiyaçsız kalmak mümtenî’ veya güç olup, gerçekleşmesi istenilen mühimmedir.” Elmalılı devâmen: “Aslında hâcet bazı açılardan zaruretten daha genel bir mana ifade eder. Çünkü zaruretten ihtiyaçsızlık mümkün değilken, hâcette mümkün olabilir. Bundan dolayı bazı hâcetlere sabır göstermek imkân dâhilinde iken, zaruretlere karşı sabır göstermek mümkün görülmeyebilir.”
Eşbah şârihi Hamevî kaidesinin şerhinde Fethul Kadir kitabından naklen burada beş merhaleden bahsediyor: Zaruret, Hâcet, Menfaat, Zinet, Fudul.
Zaruret: Kişinin öyle bir duruma gelmesi ki, yasak olan şeyi işlememesi durumunda helâk olacak duruma yakın olması, kişi için zarurettir ve haramı helâl kılar. Bu târifi yukarıda beyan etmiştik. Hâcet: Acıkmış olan bir insan ki, yiyecek bir şey bulamadığı takdirde helâk olmayıp sadece çok sıkıntıda ve meşakkatte olacak. Bu durum kişiye (bizim anladığımız manada) haram olanı helâl kılmaz ancak, farz oruç tutan kimsenin iftar etmesini mübâh kılar. Menfaat: Buğday ekmeği, koyun eti veya yalnız yemek yeme isteğinin olması. Zinet: Tatlı veya şeker isteğinin bulunması. Mefdul: Haram ve şüpheli yemeye geniş olmak. Bu ve bu gibi ifadelere baktığımızda bâhusus Mecelle-i Adliye’nin 32. maddesinin de ifadesi doğrultusunda, Eşbah sahibinin de, Elmalılının da sarahaten ifade ettiği gibi; zaruret ile hâcet arasında fark vardır. Ancak Mecelle şârihi Ali Haydar Efendi mezkür olan kaidenin şerhinde: Eşbah sahibi İbni Nuceym’in, zarureti, hâcetin gayrı kıldığı, yani hâcet ile zaruretin başka başka olduğunu gösterdiğini ifade ederek sözlerine şu şekilde devam eder: “Halbuki bu başka yerde görülmemiştir diyen Pîri Zâde, Eşbah sahibine itiraz eylemiştir. Yani bu kaidede zikir olunan hâcetten maksut adi (normal) ihtiyaç olmayıp, zaruret olan ihtiyaç olması lazım gelir. Şu halde ‘hâcet zaruret menzilesine tenezzül olunur’ ibaresi, ‘zaruret, zaruret menzilesine tenezzül olunur’ manasında olur ki, bu ibarenin adem-i sıhhati zahirdir demek ister.” Ali Haydar Efendi’nin bu ibareleri nakletmesinden anlaşılan, buradaki hâcet ile zaruretin aynı şey olduğunu ifade sadedindedir. Ancak zaruretin yukarıdaki târiflerine baktığımız zaman ve hâcet için verilen furû-i misallere baktığımızda bunun böyle olmadığını müşahede etmekteyiz. Mevlâ Teâlâ hazretleri hakkı hak bilip tâbi olmayı, bâtılı bâtıl bilip kaçınmayı ve ilim, amel, ihlâs yolunda dâim olmayı cümlemize nasip eylesin. Selâm ve muhabbetlerimle.


0 yorum:

Yorum Gönder

Blog Arşivi