25 Kasım 2008 Salı

İslâm Fıkhı açısından "FİNANS KURUMLARI"





Fâizli bankacılık sistemine alternatif olarak kurulan finans kurumlarından kredi almanın veya yatırılan paraya kâr payı verilmesinin, İslam hukuku açısından durumu nedir?


Bizlere sayısız nimetler veren; bütün işleri tedbiriyle tasarruf etme kudretine sahip olan Rabbimize hamd olsun; Salât ve selam da insanların en güzidesi, Mevla Teâlâ’nın Nebisi Kâinatın efendisi Hz. Muhammed Mustafa (sallalahu aleyhi ve selem)e, âl ve ashabına ve de kıyâmete kadar O’na ve onun getirdiği dine tâbi olanların üzerine olsun.
Bu ayki fıkıh köşemizde, fâizli bankacılık sistemine alternatif olarak kurulan finans kurumlarının, İslam hukuku açısından durumunu incelemeye gayret edeceğiz.
Meselemizi iki ana başlık altında inceleyeceğiz. Birinci olarak finans kurumlarının kısaca tanımı, ikinci olarak da İslâm hukuku açısından değerlendirilmesi şeklinde olacaktır.
Finans kurumları hakkında yapmış olduğumuz kısa araştırma neticesi olarak; “Faizsiz Bankacılık”ın dünyada ilk uygulaması, Mısır Arap Cumhuriyeti’ndeki Mit Gamr kasabasında yaşanmıştır. Eski devlet başkanı Cemal Abdu’n-Nâsır döneminde bütün bankaların devletleştirilmesi akımına karşı alternatif olarak geliştirilen bir deneme sonucunda ortaya çıkmıştır. Münferit uygulamalar şeklinde birçok Müslüman toplumda yüzyılımızın başlarından itibaren görülmeye başlayan bu hareketin bilinçli olarak hayata geçirilme fikri, ilk kez eski Suud kralı Faysal döneminde ortaya çıkmıştır.
Türkiye’deki ilk uygulaması ise 1985 yılında AIbaraka Türk ve Faisal Finans Kurumları tarafından başlatılmıştır. Daha sonradan bunları; 1989’da Kuveyt Türk Evkaf Finans Kurumu, 1991’de Anadolu Finans Kurumu, 1995’de İhlas Finans Kurumu, 1996’da ise Asya Finans Kurumu takip etmiştir. Bu sistemin kuruluşunun esas amacı ise; dini hassasiyetlerinden dolayı, Hz. Allah’ın yasak kılmış olduğu faize bulaşmamak için ekonomiye katılmayan mali değerlerin, yastık altından çıkarılıp yabancı sermaye ile beraber ekonomiye katılmasını sağlamak olmuştur.
Genel olarak Müslümanlar arasında finans kurumlarıyla alakalı yaygın olan sorular; yatırılan fonlar mukabilinde kâr payının alınması, ev veya araba gibi malların alımı için kredi kullanmanın caiz olup olmaması hakkında olmuştur. Finans kurumları topladığı fonları değerlendirme, nemayı paylaşma, özel cari hesaplar, teminat mektubu ve çek karnesi verilmesi, yurtiçi-yurtdışı havâle ve transfer işlemleri gibi diğer bankacılık işlemlerinin birçoğunu yapmaktadır. Ancak bizim işleyeceğimiz konu, bunların tamamı olmayıp sadece sıkça sorulan; “kredi verme” ve yatırılan paraya “kâr payı verme” hakkında olacaktır.
Kredi verme: Herhangi bir bankanın, belli bir zamana kadar fazlasıyla ödemek şartıyla, kişinin eline belli bir miktar nakit vermesi dinen caiz olmayıp, bizzat İslâm’ın haram kılmış olduğu fâiz muamelesi olmuş olur. Bu bankanın isminin “finans kurumu” olması veya olmaması bu hükmü değiştirmez. Ancak bize gelen haberler; finans kurumlarında bu çeşit kredi sistemlerinin olmaması yönünde olup, kredi sistemlerinin İslam hukukunda mevcut olan murâbaha akdi doğrultusunda olduğu yönündedir.
Murâbaha: Bir şahsın elinde bulunan malını, kendisine mâl olduğu fiyatı söyledikten sonra belli bir oranda kâr koyarak bir başkasına satmasıdır . Mesela bir tüccarın: “Bu malın bana maliyeti bin liradır, sana bin yirmi liraya satarım” demesi ve müşterinin de bunu kabul etmesi bir murâbaha alış verişidir.
Bu açıdan bakıldığı zaman kişinin finans kurumuna giderek “Bana bir ev lazım ancak peşin ödemeye imkânım yok, siz benim istediğim vasıflarda bir ev satın alın ve ödeyebileceğim şekilde bana vadeli satın” demesinde dinen bir mahzur yoktur. Zira geçen ay ki köşemizde de belirttiğimiz gibi, kişinin vâdeden dolayı peşin olan fiyatına nispetle belli bir miktarda fark koyması ve o farklı fiyat üzerine akit yapması caizdir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken unsur; bankaya gelen şahsın göstermiş olduğu evi veya herhangi bir malı, banka evveliyat itibarıyla kendisi satın alıp, daha sonradan ikinci bir akitle kendisine gelen şahsa, o yeri, belirtilen ödeme doğrultusunda satması lazımdır. Diğer bir ifâde ile iki alış veriş olması lazımdır. Ancak bu iki satışın evrak üzerinde olması şart değildir. Yani ihtiyaç duyulan şey, şayet ev ise tapusunun, araba ise satışının(ruhsatının) ilk önce banka üzerine, daha sonra da ihtiyacı olan şahsa verilmesi şart değildir. Zira İslam hukukuna göre alış veriş akdi, yapanların sözleriyle oluşur, tapuyla veya ruhsat ile değil. Tapu veya ruhsat tescil için şarttır, akdin oluşması için dinen şart değildir.
Kişiye lazım olan herhangi bir malın, belli bir miktarını ödemeye imkânı olup da, eksik kalan kısmının finans kurumu vasıtasıyla alınmasında da izlenilmesi gereken yol şudur; Kişinin finans kurumuna gidip de satın almak istediği bin liralık evin veya herhangi bir malın, meselâ; beş yüz lirasını ödemeye imkânı olduğunu ifade ederek, banka ile beraber ortaklaşa almayı talep eder. Banka da bu talebi değerlendirerek kişiye lazım olan o malı, o kişiyle beraber ortaklaşa satın alırlar. Satın alınan mal, banka ile o kişi arasında ortak olmuş olur. Daha sonradan ikinci bir akitle, banka kendi hissesini o kişiyle anlaşmak suretiyle belli vade doğrultusunda ona satar. Bu muamelede dinen bir sakınca yoktur. Zira kişinin küllî olarak sahip olduğu malı, peşin veya vâdeli satması caiz olduğu gibi, ortak olan yerdeki hissesini de peşin veya vâdeli olarak satması caizdir.
Bu muâmelelerin tamamında dikkat edilmesi gereken unsur, talep edilen malın alımında ve kabzında(kabzın manası aşağıda gelecek) ya banka kendinden birini göndererek o yeri satın alacak ve kabz edecek veyahut da bankadan o malın alınmasını talep eden kimseye banka tarafından banka nâmına satın alması ve kabz etmesi için vekâlet verecek. Zira menkul olan mallarda kişinin kabz etmeden tasarrufta bulunması, Hanefî mezhebinde ittifakla caiz değildir. Gayri menkul mallarda ise, kişinin kabz etmeden tasarrufu, İmâm-ı Âzam ve İmâm-ı Ebû Yusufa göre caiz, İmâmı Muhammed’e göre ise caiz değildir. Bankanın bizzat kendisinin o malı almasında ve kabz etmesinde bir problem olmadığı gibi, o mal kendisine lazım olan kimsenin bankadan aldığı vekâlet ile banka namına o malı alıp ve kabz etmesinde de bir problem olmaz. Zira vekil asıl gibidir. Dolayısıyla vekilin, o malı banka namına alıp kabz etmesi, bankanın bizzat o malı alıp kabz etmesi gibidir. Daha sonradan bankanın, satın aldığı malı ikinci bir akitle o kişiye satması da caizdir.
Kabz: Bir şeyi el ile tutup almaktır. Buda ya hakikaten olur -bizzat kişinin o malı eline (tasarrufuna) alması gibi- veyahut da hükmen olur ki, buda; karşı tarafın o malı kabz etmesine mani olan şeylerin ortadan kaldırılmasıyla olur ki, buna tahliye yollu kabz denir . Hanefî mezhebine göre kişinin; gerek hakikaten, gerekse hükmen kabz ettiği malda tasarruf etmesi caizdir.
Bazı Müslüman tüccarlar; fâizli bankaların da aynı muâmeleleri yaptıklarını, yani kişiye lazım olan herhangi bir malı evvela bankanın satın alması, daha sonra da o kişiye tıpkı faizsiz bankalarda olduğu gibi satma işlemini yaptıklarını ve fâizli bankaların koydukları vâde farkının faizsiz bankalara nispetle daha düşük olduğunu söylüyorlar. Yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi, fâiz işlemi finans kurumu tarafından da yapılsa fâizdir, yani dinen haramdır. Aynı bu doğrultuda, İslâm’ın kabul ettiği alış veriş şekli olan murâbaha sisteminin şartları yerine getirilirse, dinen caizdir. Bu muameleyi fâizli banka yapsa da bu böyledir. Dolayısıyla fâizli bir banka, İslâm’ın kabul ettiği herhangi bir akti yaparsa, bu işlem akit açısından caizdir. Lakin burada farklı bir açıdan bakmak gerekir, bu da kişinin alış veriş yaptığı müessesenin malının (sermayesinin) ekserisinin, helâl olup olmadığıdır. Bir Müslüman için dînî hamiyeti asıldır, dolayısıyla dünyevî meta için bir Müslüman’ın dînî hassasiyetini bırakması mümkün değildir. Aynı bu doğrultuda finans kurumlarının da bu konuda insaflı olması gerekir. Müslümanların, dînî hassasiyetlerini dünyevi çıkar uğruna kullanmaları doğru olmayıp mesuliyeti mûcip olduğunu da unutmamaları gerekir. Müslümanlar arasında finans kurumlarıyla alakalı yaygın olan soruların bir diğeri de, yatırılan fonlar mukabilinde kâr payının alınmasıdır.
İslâm hukukunda birçok ortaklık şekilleri vardır. Bunlardan biri de mudârebe ortaklığıdır. Mudârebe şirketi; ortaklardan bir kısmının sermaye, diğerinin ise emek ile katılarak kurdukları ve elde edilen kârı belli bir oranda paylaşmak üzere anlaştıkları emek ve sermaye ortaklığının ismidir. İnsanların maddi durumları ve kabiliyetleri eşit değildir. Bazılarının ticârette mahareti vardır, ancak paraları yoktur. Bazılarının da paraları vardır, ancak ticâret yapacak kapasiteleri olmayabilir. Bundan dolayı mudârebe ortaklığı İslam fukahâsının ittifakıyla meşru kılınmıştır . Bu itibarla, bankanın, kendisine para yatıran kişiye, elde edilecek kârdan yüzdelik olarak kâr payı vermesinde dinen bir mahzur yoktur. Ancak kâr payı altında her ay için rakamsal olarak belli bir miktar vermesi dînen fâizdir.
Parasını çalıştırması için finans kurumuna yatıran kimseye rabbul mal (mal sahibi), parayı çalıştırmak için alan finans kurumuna da mudârip denir. Bu ortaklıkta zarar söz konusu olursa, evvela bu zarar elde edilen kâra, karşılamadığı takdirde de rabbul malın çalıştırmak üzere bankaya yatırdığı sermayeye yansıtılır. Hiçbir surette parayı çalıştıran banka, bu zararı şahsî parasından karşılamaz. Şayet çalıştırmak üzere parasını finans kurumuna yatıran rabbul mal, zararın finans kurumu tarafından karşılanmasını şart koşarsa bu mudârebe (bir taraftan mal diğer taraftan sermaye ortaklığı) dinen caiz olmaz.
Bazı finans kurumlarının iflas etmesinden sonra gündeme gelen bankacılık kanunu 17.12.1999 tarih ve 4491 sayılı Bankalar Kanununda değişiklik yapılmasına ilişkin Kanunun, 19.12.1999 tarih ve 23911 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmesiyle, tıpkı diğer fâizli bankalarda olduğu gibi fâizsiz banklar da devletin kefâleti altına girmiştir. Bu da ayrı bir değerlendirmeye tâbidir. Zira yukarıda da ifade ettiğimiz gibi mudârebe ortaklığında, zararın mudâribe, yani parayı çalıştıran kimseye veya kuruma hiçbir surette yansıtılması dînen caiz değildir. Ancak yukarıda bahzi geçen bankacılık kanunu, zararın, bankanın ödeme sorumluluğuna değil, ancak devletin ödeme sorumluluğunu iltizam etmektedir. Bu itibarla devlet, ne parayı veren rabbul mal, ne de parayı çalıştıran mudârip tir, sadece üçüncü bir şahıstır ki, bu da aktin fesâdını gerektirmez. Zira akitle alâkası olmayan birinin, kişiye “paranı filancıya mudârebe (emek-sermaye) ortaklığı üzere ver, eğer mudârip (parayı çalıştıran kimse) zarar ederse ben ödeyeceğim” demesinin, dinen bir sakıncası yoktur. Çünkü bu kişi, parayı veren rabbul mal veya parayı çalıştıran mudârip değildir, üçüncü bir şahsın sözünün de akte herhangi bir tesiri yoktur. Yine de her şeyin en doğrusunu bilen şüphesiz Mevlâ Teâlâ’dır.
Rabbim cümlemize hakkı hak bilip tâbi olmayı, batılı da batıl bilip sakınmayı nasip eylesin. Âmin!




0 yorum:

Yorum Gönder

Blog Arşivi